Hızlı adımlarla caddeye çıkınca aniden geriye dönüp az önce geçtiği kapının önüne tükürdü. Ağır bir küfür savurdu havaya sanki bir şeyleri değiştirecekmiş gibi. Onun yüzündeki ifadeyi gören biri nasıl tanımlayacağını bilemezdi. Öfke, nefret, usanmışlık, anlaşılmamanın verdiği hüzün... Hepsi bir aradaydı sanki. Kafasını kaldırıp tabelaya baktı. 'Diplomalı İşsizlere İş Verme Kurumu' yazısı gösterişli bir şekilde yazılmış, kenarına da nereden yetki aldıklarını belirtir şekilde parti logosunu koymuşlardı. 'Hadi oradan yalancılar!' deyip yürümeye devam etti. Kurumun kendisine gösterdiği muamele canını sıkmıştı. Uzun süredir adam akıllı yemek yememişti. Ekmek, yoğurt ve çay. Arada sırada kendini şımartmak için en ucuzundan zeytin alırdı. Aç olduğunda asabi olurdu. Zaten uzun süredir tok olmanın nasıl bir his olduğunu bilmediğinden hep asabiydi. Yalnız mülakatlarda sakin olmaya çalışırdı. Üç kuruş maaş için kırk takla atabilirdi. Maalesef kimse ondan takla atmasını istemiyordu. O an içindeki nefreti kusabilir, bağırıp çağırabilir, binanın camlarını kırabilirdi. 'Ne fark eder.' dedi kendi kendine. 'Ne yaparsam yapayım beni kabul etmeyecekler. En azından kendimi rezil etmeden gideyim şuradan.' dedi. Gururu onun en iyi dostuydu. Ne zaman bir işe yeltense gururu hep çekiştirirdi onu paçasından. Etrafta ona garipseyen gözlerle bakan insanları önemsemedi. Hayat onu faydacı biri haline getirmişti. Ve etrafında ona yardım etmeyecek herkesi kendisinden uzaklaştırmıştı. O an telefonuna gelen mesaj sesiyle irkildi. Sahi ya! Vazgeçemediği biri vardı. Telefonunu çıkarıp mesaja baktı. 'Akşam yanıma gelir misin? Seni çok özledim.' yazısı onu gülümsetti. Vazgeçememesinin sebebi aşk, sevgi ya da dostluk değildi. Tutunacak tek dalını kırmak istemiyordu hepsi o kadar. Akşama daha çok vardı. Nereye gideceğini bilmiyordu. Bu belirsizlik onun son iki senesine egemen olmuştu. Üstüne çöken ağırlığı def etmek için kravatını gevşetti. 'Beni neden işe almıyorlar? Ben Bıyık Üniversitesini birincilikle bitirdim. Dört dil biliyorum.' diye mırıldandı. Mülakatı yapan kadın iğrenç gülümsemesinin ardından ona 'Beyefendi dört diliyor biliyor olabilirsiniz. Ama bizim ihtiyacımız olan Cibuti dilini bilmiyorsunuz. Son zamanlarda Cibuti ile iyi ilişkiler kurduk. Bunun için İngilizce falan işimize yaramaz.' demişti. İlk defa böyle yüzüne karşı dalga geçmemişlerdi onunla. O yüzden yanıt vermeye gerek duymadı.
Yavaş adımlarla parka doğru yürüdü. O sırada gözüne ATM'den para çeken yaşlı bir adam takıldı. Avını bulmuş çakallar gibi dudaklarını yaladı. Sonra bundan da vazgeçti. Gururunun işe yaradığı anlar vardı. Hırsızlık yapmasına izin vermemesi gibi. Cebinden sigara paketini çıkarıp kaç tane kaldığına baktı. Hepi topu dört tane kalmıştı. 'Akşama kadar yeter. Akşam sevgilimden alırım. Belki birkaç lira da verir.' dedi. Bir tanesini dudaklarının arasına koydu. Çakmağını aradı ama bulamadı. Demin parasını çalmak istediği yaşlı adamı yanından geçerken durdurup ateşi olup olmadığını sordu. Adamın 'Bıyık Üniversitesi mezununa günahımı bile vermem. Ateş istiyorsan cehenneme git dinsiz köpek!' sözü onu şaşırtmadı bile. Alışmıştı bu tip sözlere. Sakal Üniversitesi mezunları başa geçtiğinden beri yüzlerinin güldüğü olmamıştı. Dinsiz olmak onların karşılaştığı en nazik küfürdü. 'Dinsiz miyim? Kesinlikle hayır. Sadece benim tanrım sizinkinden daha merhametli' diye düşündü. Merhametin onunla bir tanışıklığı yoktu. Bu sözü sadece ilk defa bir arkadaşından duyduğu zaman hoşuna gittiği için tekrar ediyordu kendi içinde. Adama bir şey deme zahmetine girmedi. Yürümeye devam ederken kibrit satan bir çocuk gördü. Çocuktan yirmi beş kuruşa bir kibrit satın alırken 'Sakın Bıyık Üniversitesinde okuma.' dedi. Çocuk sarı saçlarını eliyle düzeltip 'Keriz miyim ben abi? Üniversite okuyup ne yapacağım? Günde 100 kağıt kârım var benim bu kibrit işinden.' dedi. Yüz kağıt mi? Oysa çocuğun hali içler acısıydı. Dizleri yırtık pantolonu, kendisine dar gelen kazağı, üstüne üstlük yara bere içindeki yüzü... 'Bu halin ne peki?' diye sordu çocuğa. 'Bu halde olmasam kibrit alır mıydın benden?' dedi, çocuk. Dış görünüşün her şey demek olduğunu anlamıştı çocuk yaşta. Bıyıklarını kesip sakal bırakması gerektiğini anlayamamıştı henüz dört dil bilen Hayrullah. 'Ben de bu işi yapabilir miyim acaba? Günde yüz lira iyi para nereden baksan. Kendimi acındırmak için kolumu bile kırabilirim.' diye mırıldandı. Sonra vazgeçti hemen. Çünkü o üniversite mezunu, dört dil bilen bir adamdı. Neden kırsın kolunu bacağını? Çocuktan uzaklaşıp sigarasını yaktı. Duman boğazından geçerken tüm olumsuz düşünceleri onu terk etti. Ekmek parasını zar zor bulurken sigaraya bir an olsun düşünmeden para yatırması çok normaldi. Ekmek onu diğer insanlardan ayırmıyordu ki. Ama sigara öyle mi? Bile bile zehir içmenin kutsallığı Sokrates'ten beridir övülmüyor muydu? 'Ben farklıyım.' dedi kendi kendine.
İçki içmek isterdi ama barlar ucuz insanların yeriydi ona göre. Sakallılar başa geçince barlar haricinde içki satışını yasaklamıştı. Bar haricinde içki satılan yer olsaydı da içmezdi. Çabuk sarhoş olduğundan içmekten hep korkardı. Ağzından kaçacak kelimeler onu utandırabilirdi. Oysaki utanılacak bir şey yapmamıştı ömrü boyunca. Okuldan eve, evden okula... Bazen evden başka bir eve... O da sevgilisinin eviydi, başkasının değil. Arkadaşı olmamıştı. Çünkü iyi konuşmayı beceremezdi. İki cümleyi yan yana getirmek bayram sebebiydi onun için. Sevgilisinin onunla beraber olma sebebini sorgulatırdı ona bu zayıflığı. 'Acaba bana acıdığından mı?' diye düşünürdü. Başka sebep gelmezdi aklına. Zengin değildi. Zengin olsa da cevap bu olamazdı. Çünkü sevgilisi Sakal Üniversitesinin mezunuydu. Ve en üst makamlardan akrabaları vardı. Yakışıklı olduğunu söylemek sevgilisine bile nasip olmamıştı. Sebep aramaktan yorulunca 'Aman neyse ne canım. Bunu düşünecek vaktim mi var sanki?' deyip geçerdi. Kimse ona 'Düşünmekten başka yapacak işin yok ki.' demiyordu.
Arada sırada üstüne üşüşen düşünce yağmuru genelde hep aynı konular üzerine olurdu. Yarın ne yiyeceğim? Akşamki maçı nerede izleyebilirim? Ev sahibi kirayı erteler mi bu sefer? Yarın yine aynı yemeği yiyecekti. Akşamki maçı izlemeyecekti. Çünkü düdük sesi duyulmadan önce hevesi kaçacaktı. Ev sahibi kirayı erteleyecekti. Çünkü ondan başka kim rutubetli ve yıkık dökük bir evde otururdu ki? Arada sırada sevgilisi birikmiş kirayı öderdi. O bundan habersiz olurdu. Hayır duaları da hep ev sahibine giderdi. Hobisi de yoktu ki zavallının. Şiir yazmayı severim derdi kırk yılda bir tanıştığı insanlara hava atmak için. 'Bukowski ve Kurosava en sevdiğim şairlerdir.' derdi. Bukowski hiç okumamıştı. Kurosava'nın yönetmen olduğunu ise kimse ona söylememişti. Ama cahil biri değildi kesinlikle. İşiyle ilgili bütün kitapları okumuştu. Başka bir şey okumaya sabrı kalmamıştı artık. Arada bir evinden sıkılınca kütüphaneye gider. Rastgele bir kitabı alıp okuyormuş gibi yapardı. Bazen gerçekten okurdu. Ama bu sefer de iki sayfa okuyup sıkılırdı.
Geceleri hiç uyumazdı. Büyük projeler peşinde koştuğundan değildi gece nöbetleri. Sadece geceleyin sokaklarda yürümeyi sevdiği içindi. Gece köşe başlarında gördüğü güzel ve alımlı hayat kadınlarına imrenerek bakardı. 'Sundukları şey belli. Piyasası yüksek bu işin. Kapış kapış gidiyor maşallah. Ha bir de işin zevk kısmı var. İki ucu da ballı değnek.' diye düşünürdü. Tuhaf adamdı Hayrullah Haydar. Hayat kadını olmak isterdi. Fikirleri reyonda kalıp çürüyünce bedenini satışa sunmak istemişti. Oysaki kendine ait fikri de yoktu ki reyona koyacak. Ne dendiyse onu tekrar etmişti hayatı boyunca. Hayrullah bu hayalini kimseye söylemedi. Gururundan değil utancından susuyordu bu sefer. Hayrullah hayat kadınlığını utanılacak bir şey olarak görürdü. Dört dil bilirdi ama insanın dilinden anlamazdı. Hayrullah tuhaf karakterdi tuhaf olmasına ama kendini hiç de tuhaf görmezdi. 'Hayrullah iyi biri miydi?' diye bana değil de gidip kendisine soracak olsanız 'Kötü değilim.' diye cevap verirdi. Bana göre Hayrullah herkes gibi biriydi.