Soğuk rüzgarların sarstığı evine girdiğinde bir süre sessizce bekledi. İçeriden tek bir ses gelmiyordu. Uyumuş olmalı, diye düşündü. Islak paltosunu askıya astı. "Kimin yanında olduğumu anlayacak." dedi kendi kendine. Üç gün önce anlamıştı. Geçen hafta da, ondan önce de... İlk günlerde kıyametleri koparan karısı artık nefret dolu gözlerle bakmakla yetiniyordu.Umursamıyordu artık. Alışmıştı kocasının yaptıklarına. Sarhoş olduktan sonra kavga çıkarmasına, kira parasını kumara yatırmasına, evdeki eşyaları ondan habersiz satmasına alışmıştı. Şerafettin ise alışmasını istemiyordu. Alışmasın, bağırıp çağırsın, küfür etsin, sonunda da annesinin evine gitsin istiyordu. Boşanmak ile evli kalmak arasında pek bir fark yok gibiydi onun için. Terk edilmiş bir eş olmak başarısız bir adam olmak kadar ağır gelmeyecekti ona. İstediğini alana kadar her türlü rezilliğe başvurmaktan kaçınmayacaktı.Peçeteye sardığı saç telini paltonun üstüne ilk bakışta fark edilecek şekilde koydu. Eserine son bir kez baktı. Üç günde bir yaptığı bu sanatsal çalışma çok net bir mesaj veriyordu. Elli liraya mal olması umurunda değildi.
Burnuna gelen yemek kokularının ardından mutfağa doğru yürüdü. Masada karısının onun için ayırdığı bulgur pilavı vardı. Bir kaşık aldıktan sonra yüzünü buruşturdu. "Tuzu çok olmuş. Yarın görürsün sen." diye geçirdi içinden. Bulgur pilavını bile silah olarak kullanmaktan çekinmezdi. Yemeğin tuzu az, perdeler kirli, kıyafetlerim ütülü değil. Karısını yaralayacak her cümleyi büyük bir özenle hazırlar, tiyatrodaymış gibi oynardı rolünü. En büyük silahını ise en hassas zamanlarda kullanırdı: "Çocuğumuz yoksa suçlusu sensin!" Her kavga bu cümlenin ihtişamıyla biterdi. Karısı bu sözlerin gerçek olması yüzünden cevap veremezdi. "Kısır olabilirim. Ama bu benim suçum değil. Çocuk sahibi olmak istiyorsan evlat edinebiliriz." demek aklının ucundan bile geçmezdi. Boynunu büküp kocasının onu azarlamasını dinlerdi. Şerafettin tüm dertlerinin sebebi olarak gördüğü karısını büyük bir zevkle aşağılardı. Aslında çocukları olsa araları daha iyi olmazdı. Zihnini hedeflerle doldururken kalbini yontmayı akıl edememişti. Çocukları olması yeni bir Şerafettin yetiştirmekten başka bir işe yaramazdı.
Yatak odasına geçip üstünü değiştirdi. Kirli kıyafetlerini yatak odasının dört bir yanına fırlattı. "Sabah kalkıp toplasın. İşi ne?" dedi mırıldanarak. Karısına baktı. Yatağın bir tarafında kıvrılıp uyumuştu. "Belki bugün erken gelir." diyerek gece geç saate kadar beklemişti. Sonunda uykuya yenik düştüğünde kocasının onu umursamadığını daha acı bir şekilde anlamıştı. Karısına daha dikkatli baktı. Az önce vakit geçirdiği hayat kadınıyla kıyasladı. Karısını çirkin buluyordu o kadınla tanıştıktan sonra. Karşılaştıkları ilk günü düşündü. Artık eskisi gibi değildi. Sarı saçlarına aklar düşmüş, teni solup kırışmış, ela gözlerinin ışığı sönmüştü. Eskisi gibi değildi ama bunun suçlusu Şerafettin'di. Yıllar yılı psikolojik baskı uygulayarak mahvetmişti karısını. Yakında güzel olmadığını da söylemeyi düşünüyordu.Belki yaralı bir kalbin ölmesine sebep olabilirdi bu darbe.
Uzanıp bir süre tavanı seyretti. Evdeki rutubet tavanı mahvetmişti. Boyatmayı düşünmüyordu. Evi olarak görmediği bu duvarlar başına yıkılmadığı müddetçe tek bir çivi çakmayacaktı. Kalkıp salona geçti. Koltuğa oturup televizyonu açtı. İzlediği şeyin farkında değildi. Boş gözlerle ekrana bakıyordu. "Ne oldu da bu hale geldim?" diye düşünüyordu. Kendisine karşı dürüst olamadığından verdiği cevaplar yetersizdi.
Şerafettin iyi bir eğitim hayatı geçirmişti. Okul sıralarına adını 'yalaka' olarak kazımayı becermişti. Bir şirkette işe girdikten sonra ise mizacı pek değişmemişti. Göze girmek için insanüstü bir efor sarf ediyordu. Bazen ofisinde sabaha kadar çalışıyor, bazen de evine iş götürüyordu. Ofis sorumlusunun kendisini her gün azarlamasına ses çıkarmıyor, tıpkı öğretmenlerine yaptığı gibi yalakalığın bin türlü halini sergiliyordu. 'Para veren emir de verir.' mottosuyla sessizce lafları yalayıp yutuyordu. Evet efendim, sepet efendim... Günün birinde yüksek bir makama yerleşip yaşadıklarını başkalarına yaşatmaya can atıyordu. İşinden başka bir şeyle ilgilenmediği gibi siyasetten de uzak duruyordu. Şirketi Bıyık Üniversitesi mezunlarının yönettiği bir şirketti. Muhalif eylemlerin finansal ayağını yönetirlerdi. Şerafettin bunu biliyordu. İşinde başarılı olmaktan başka bir hedefi olmadığından büyük maceralara atılmıyordu. Hayatı boyunca köşede durup sessizce olup biteni izlemişti. İktidar değişimi, devrim, deprem, savaş, kıtlık... Hiçbir şeye tepki göstermezdi. Günün birinde çalıştığı şirkete kayyum atandı. Eski çalışanların çoğunu işten atıp fişlediler. Zavallı Şerafettin suya sabuna dokunmasa da yakasından tutulup atılmıştı. Keşke dokunsaydı. En azından bir cevabı olurdu kafasındaki sorulara. Elinde hiçbir şeyin kalmamasını ömrü boyunca sorgulayacaktı.
Hayaletten farksız bir hayat yaşayan Şerafettin, artık av yerine avcı olmak istedi. Yıllar boyunca tek başına aldığı kararların sonuçlarını, tesadüfen başına gelenleri hatta doğanın gidişatını bile karısından bilmeye başladı. Sonuçta gücünün yeteceği başka biri yoktu sinirini çıkaracak kimsesi olmadığı gibi. Köpekler onu ısırınca çareyi fare kovalamakta bulan bir kediydi.
Televizyondan gelen duygusuz bir sesin söylediği acıklı cümleler onu kendine getirdi. "On dokuz yaşındaki Keriman Kerim beşinci kattan atlayarak intihar etti." Bu cümle ona bambaşka bir bakış açısı sundu. "Hatalarımın sonuçlarına katlanacak kadar cesaretim olsaydı bu haberde benim adım söylenirdi." dedi. Bir eliyle kesilmiş gibi hissettiği boğazını okşadı. Koltukta iyice yayılıp bacaklarını uzattı. Uykuya dalarken aklında sadece 'İntihar etmeli miyim?' sorusu vardı.
Şerafettin, tuhaf bir adamdı. Hayatın yükünü kaldıramayıp canına kıyan birine imrenecek kadar tuhaftı. Ayrıca 'gücü yeten yetene' söylemine gönülden bağlıydı. Bir nefret zincirinin son halkası olmaktan hiç de rahatsız değildi. "Şerafettin acımasız biri miydi?" diye bana değil de gidip kendisine soracak olsaydınız "Sadece öfkeliyim." diye cevap verirdi. Bana göre Şerafettin, herkes kadar acımasızdı.