Konuşmak ve iletişim kurmak insanın fiziksel ve düşünsel ihtiyaçları arasında üst sıralarda yer alıyor. Peki neden konuşuyoruz? Sadece ihtiyaç duyduğumuz için mi? İletişim kurmazsak hayatta kalma olasılığımız azalıyor. Öyle ki 1944 yılında Amerika’da  yapılan bir deneyde sadece gıda ihtiyaçları karşılanan fakat hiçbir şekilde iletişim kurulmayan 20 yeni doğan bebeğin tamamı hayatını kaybetmiş. Konuşmadan yaşayamıyoruz. Peki bu kadar ölüm kalım meselesi olan bir konuda esas soru biz ne söylüyoruz? İsteklerimizi mi? Düşüncelerimizi mi? Duygularımızı mı? Ya da karşımızdaki kişinin duymak istediklerini mi? 

Benim için insanoğlunun en önemli zaaflarından biri olan toplumda kabul görme isteği, konuşmalarımızın büyük bir bölümünü şekillendiriyor. Karşımızdaki insanın kim olduğuna göre konuşma şeklimiz, ses tonumuz ve kullandığımız kelimeler değişiyor. Bu değişim olduğu sürece biz aslında konuşurken karşımızdaki kişiye göre hareket ediyoruz ve düşüncelerimizi de tam olarak ifade edemiyoruz. Peki bu şekilde gerçek bir iletişim mümkün olabilir mi? Olur fakat “mış” gibi olur. Konuşurmuş gibi olur. Söylermiş gibi olur. Hatta dinlermiş gibi olur. Bu sebeple konuşurken zannediyoruz. Konuştuğumuz kişinin bizi anladığını, dinlediğini ya da bize inandığını zannediyoruz. Bütün bu “zannetmelerin” bizi getirdiği bir sonuç var. Biz konuşurken karşımızdaki kişiyle değil kendimizle konuşuyoruz. Karşımızdaki kişiye yalan söylerken, kendimize yalan söylüyoruz. Karşımızdaki kişiye doğruları söylerken kendimize kendi doğrularımızı söylüyoruz. Her konuşma kendinle yüzleşme. Konuşurken ne kadar riyakarsak, yalancıysak, sahtekarsak konuştukça kendimizden biraz daha nefret ediyoruz. Ve ne kadar doğru, gerçek, saf düşüncelerden konuşursak, kendi öz benliğimize o oranda değer verip gururlanıyoruz. Aslında bütün  bu karmaşanın içerisinde büyük bir savaş veriyoruz. Belki sürekli konuşup kendimizle savaşmak yerine biraz susup kendimizle barışabilsek çok daha sessiz ve huzurlu oluruz kim bilir.