“Bizim aile dünyadaki bütün önyargıları, şu an var olmasaydı bile, üretip koyardı ortaya, bütün acımasızlıkları kafasından bulup çıkarırdı. Bizim ailede söylenir hep, falan ya da filan kişiyi asmalı, ihbar etmeli ya da bu ona müstahak, denir. Ama bizim ailenin yumuşak bir kalbi de vardır, gözyaşları akıtmıştır dünyanın kötülüğü karşısında ya da ölüp giden bir inek için; Maria Hala’ya, Maiza’nın başına gelen felakete hıçkıra hıçkıra ağlamıştır. Bizim aile kendi kendisi için, kendi başına gelenler için gözyaşı dökmeyi sever daha çok, başkalarının başına gelenlere ise ağladığı pek görülmez, bunlar yalnızca bir ürperti uyandırır kendisinde, bu ürpertinin hazzını yaşamakla yetinir. Duydunuz mu, vadinin yukarısında Bay Teller’i karnının üç yerinden bıçaklanmış olarak bulmuşlar. Bizim aile kötü haberlerin keyfini çıkarır: Hiçbir kenti yeterince bombalanmış saymaz, hiçbir ölü sayısını fazla bulmaz, hep çoğaltır bu sayıyı, yüz ölüyü neredeyse bin yapar, duyduğu ürpertinin daha büyük olmasını sağlar böylece, uzanıp gerinir, debelenip durur felaketin içinde. Ama haksızlık etmemek için şunu da söylemeliyim ki, kendi uğradığı felaketi de büyültür, aileden birinin çektiği acılar (….)”  (tamamlanmamış cümle.)


Ölüm gelecektir, diyor İngeborg Bachmann


Bu aile nasıl da bizim aile, ne kadar ben. Komşumuz. Sizin aile, sen. Biz, ülkece biz, dünyaca biz. İneklere, köpeklere ağlayıp, boğulanları yeterince boğulmamış, yeterince çok ölmemiş bulan biz. İnsan küsuratlarını yuvarlayan biz, Richter ölçeklerini yuvarlayan biz.