Onu çok sevdim, yemin ederim. Kimse inanmadı buna, anlattıklarımı dinledikten sonra siz de inanmayacaksınız, biliyorum. O da inanmadı. Ama Tanrı biliyor, ben onu sevdim. Hem de her şeyden çok… Arabamla usul usul giderken çıktı karşıma. Köpek geçmişti arabasının önünden, o da köpeğe çarpmamak için ani fren yapmıştı. Bütün trafiği felç etmişti. Çünkü donup kalmıştı, devam etmiyordu yola. Herkes ısrarla kornaya bastığı hâlde ilerlemedi bir türlü. Arabamdan inip onun arabasına doğru yürüdüm. İyi misiniz hanımefendi diye sordum ama bu sorunun beyhude olduğu güzel yüzünden belliydi. Kalakalmıştı öyle. Siz inin, ben kullanayım dedim, ikiletmeden muavin koltuğuna geçti. Önce onun aracını, sonra kendi aracımı ilk sokakta park ettim. Bayağı da küfür yedik tüm bunlar yaşanırken. Ama umurumda değildi o an hiçbiri. Tekrar arabasının kapısını açıp hava almak ister misiniz diye elimi uzattım, o da bana küçücük ellerini uzattı ve yürümeye başladık. Ama bunu isteyerek yapmadığını biliyordum. Gerçekten kendinde değildi. Biraz ilerledikten sonra salaş bir kafe gördüm ve birlikte içeri girdik. Hemen su istedim ona, bir de kolonya. Suyunu içirdim. Kolonyayı minicik ellerine ve güzel yüzüne sürdüm. Evet, şimdi kendine gelmeye başlıyordu. Belki yüzüncü kez soruşumdu bu. “İyi misiniz hanımefendi?” “Evet, biraz daha iyiyim galiba." dedi. Ama bu cümleyi başkası söylese sıradan olur. O söyleyince bu kelimelerin hepsi birer şiirdi adeta. Pardon pardon. Bu kadının kendisi şiir gibiydi. Böyle söyleyince onu günümüz güzellik kalıplarına sahip biri gibi düşündünüz değil mi? Uzun boy, sıfır beden bir vücut, büyük memeler, dik kalçalar vs vs. Hayır. O bunların tamamen dışındaydı. Kısa ve küçücük bir bedeni vardı. Minyon değil, ona başka bir isim bulmak gerekir. Beyaz bir teni, gri mi, yoksa mor mu diye kestiremediğim dudakları, küçük ama sivri bir burnu, aykırı çekik gözleri vardı. Görseniz içinde kaybolursunuz. Her neyse, bu bahsi kapatalım. Neden donup kaldığını anlatmaya başladı. Daha önce de bir köpeğe çarpmış ve iki sene araba kullanamamış. Gördüğü terapilerin ardından bir aydır yeni yeni kullanmaya başlamış arabasını. Tekrar aynı şeyi yaşadığını sanıp şoka girmiş. Tane tane, kibar kibar nasıl anlatıyordu tüm bunları; görmeliydiniz. Diliniz tutulurdu, nitekim benim öyle oldu. Ona hemen yanıt veremedim. Hâl böyle olunca bana ismini bağışladı. "Seda." Benim için yeni yürürlüğe girmiş bir dinin kutsal kitabının ismiydi bu. İlk orada, o çay ocağından bozma kafede duydum bu kutsal ismi. "Seda." Ama sonra sonra öğrendim. Ailesi ona verebileceği en yanlış ismi vermişti. Seda ses demektir çünkü. Ve benim sevdiğim kadının sesi yoktu. Onun sessizliği vardı, beni sağır eden bir sessizliği... Avaz avaz susardı Seda. Van Gogh olup kulaklarımı kesmek isterdim. Hayır, dilsiz değildi. Eğer öyle olsaydı alternatifler bulurduk. İşaret dili öğrenirdik yahut o kağıtlara yazar, ben onları okurdum. Ona dair her şeyi bir ömür boyu okumaya razı olurdum. Bir kez olsun kendisini anlatsaydı şayet… Nasıl yani, hiç mi konuşmuyordu diyeceksiniz. Elbette konuşuyordu ama hayatını idame ettirecek kadar. Şöyle mesela: Bir restorana gidersiniz, garson gelir, hoş geldiniz der, siz de hoş buldum dersiniz. Sipariş vermek ister misiniz diye sorar, siz de evet şu şu olsun lütfen diye yanıtlarsınız yahut hayır, arkadaşımı bekliyorum, siparişi sonra vereceğim dersiniz. Garson sizi tanımaz, bilmez. Neleri seversiniz, aileniz kimdir, daha önce neler sizi incitti ya da mutlu etti, bunları bilmez garson. Ben de herhangi bir garson gibiydim onun hayatında. Tek farkı herhangi bir garsonla sevişmezsiniz, yahut şehirlerarası yolculuklar yapmazsınız, aynı tarağı kullanmazsınız, hepsi bu. Onun hayatında bir yerim vardı, evet. Ama onun istediği kadar… Fazlası yoktu. Fazlasını talep edecek cesaretim de yoktu. Ben sadece onu seviyordum, yanında olmama izin versin istiyordum. Eğer sorular sorarsam buna müsaade etmeyeceğini de biliyordum. O yüzden hiç sormadım. Ailesi nerede, ne yapıyor, bu şehire neden geldi, hayatı boyunca neler neler geçti başından, çocukken hangi oyunları severdi, hiçbirini sormadım. Onun bana anlattıklarıyla ve yanımda olmasının saadetiyle yetindim. Bildiklerimin saadeti vardı bir de. Bir ilkokulda sınıf öğretmeniydi. 29 yaşındaydı ve ailesi Ankara'da yaşıyordu. Bildiklerim bunlardı işte onun hakkında. Bir iki kez de alkollüyken anlattıkları vardı tabii. Çocukken yere düşmüş, diz kapağında iz kalmış. Hem izi hem de cüzdanında taşıdığı küçüklük fotoğrafını göstermişti. Benim için çok özeldi o anlar. Bana geçmişini anlatıyordu, gösteriyordu. O anları hiç unutmadım ve galiba hiç unutamayacağım. Bense ona her şeyi anlattım. Konservatuar bölümünde araştırma görevlisiydim tanıştığımızda. O gittikten sonra doçent oldum. Ama bunlar tamamen toplum nezdinde saygı görmek adına yaptığım şeylerdi, sonra Seda'nın ricası… Bunları başarı olarak görmedim hiçbir zaman. Ne iş yapıyorsun diye sorsalar müzisyenim demek isterim ki esasında öyle zaten. Annem ve babam da müzisyendi. Annem piyano, babam keman üzerine eğitim almıştı ama ben ikisinden de farklı bir enstrümana yöneldim: Tambur. Sokak müzisyeni olmak isterdim. Birileri bana para atsın, ben de onların istediği parçayı çalayım isterdim. Ebeveynlerin entelektüel olması da çok iyi bir şey değil anlayacağınız. Onu tanıdığımda 32 yaşındaydım. Şimdiyse 41. 

"Ailem Muğla'da yaşıyor, bense üniversiteyi de okuduğum Eskişehir'de kalmayı yeğledim. Senden önce kimseyi sevmedim. Yoo hayır, yalan söylemiyorum. Ben kadınlara bayılırım. Dünyanın en güzel varlıklarıdır bence onlar. Onlarca kadınla tanıştım, birlikte oldum, yaşadım. Hiçbiri birbirine benzemez. Kadınlarla ilgili yapılan tüm genellemeler yanlıştır. Her kadın farklıdır, özellikle sevişirken. Biri saçına dokunmamanı ister, başka biri ışıkları söndürmeni, başka biri konuşmanı, öbürü susmanı vs vs. Ben senden önce kadınları sadece böyle tanıdım. Onlara saygı ve hayranlık duydum. Ama hiç sevmedim. Böyle söyleyince onları kandırdığımı, kullandığımı falan düşünme sakın. Bunlar tamamen karşılıklı rıza dahilinde oluyordu ve olmadan önce söylüyordum benden bir şey beklememeleri gerektiğini. Nefret etme benden, gurur duymuyorum tüm bunlarla. Ama gerçek bu. Ama sonra sen geldin işte. Ben bir kadının gözlerinin içine bakmayı öğrendim. Sadece bunun mutlu olmak için yeterli olduğunu. Teşekkür ederim." 

Daha neler neler anlattım ona bilmiyorum birlikte aynı evde yaşadığımız 3 sene içinde. İlkokulda kantinden sakız çalışım dahil herşeyi anlattığımı sanıyorum. Doğumumu hatırlasam onu bile anlatırdım ona, o derece. Ama olmadı, gitti o. Hem de benim yüzümden. Tek bir hata insanın geri kalan hayatına nasıl tesir edermiş, çok iyi öğrendim. 

Araba maceramızdan kısa bir süre sonra Seda'ya aşık olduğumu söyledim ve sevgili olduk. O da tek yaşıyordu, ben de. Benim evim ikimizin de okuluna yakındı ve benim evimde karar kıldık ve birlikte yaşamaya başladık böylece. Sevdiğiniz biriyle aynı ütüyü kullanmak bile nasıl bir mutluluk, bilemezsiniz. Her şeyi ortaklaşa yapıyorduk. Yemeği, temizliği, hatta çamaşır sermeyi bile! Ne o beni yordu bir gün ne ben onu. Ben konuşurdum çoğunlukla, o beni dinlerdi. Başlarda onun da konuşmasını istiyordum ama sonraları bunu bile sorun etmemeye başladım. Yeter ki yanımda olsundu. Gerisi önemli değildi. Üniversiteden koşarak çıkıp eve geliyordum artık. Evde Seda vardı çünkü. Herkese söylemiştim, herkesle tanıştırmıştım Seda'yı. Herkes derken okulda samimi olduğum bir iki arkadaşım ve annemle babam işte. Ama hepsi şaşırmıştı elbette benim gibi bir adamın aşık oluşuna. Seda da bana aşıktı, biliyorum. Ama o pat diye duygularını söyleyemezdi işte. Bazı insanlar böyledir, gösteremez sevgisini Seda da öyleydi işte. Hem herkesin bir kusuru vardır, değil mi? Seda'nın kusuru da buydu işte. (Selim Temo geliyor aklıma: "Herkesin bir kusuru var, onunki bendim.") Hayatımın en güzel üç senesini yaşıyordum biteceğini bilmeden. Seda'nın babası rahatsızlanmıştı ve Ankara'ya gitmesi gerekiyordu. Arabayla onu otogara bıraktım ve geri döndüm. Moralim çok bozuktu. Bu bizim ilk ayrılışımızdı. Tüm tatilleri birlikte geçirdik üç sene boyunca. Resmi, dini, sömestr, aklınıza ne gelirse… Yazın da birlikte tatil yaptık kışın da. Ailelerimizi ziyaret etmeye de birlikte gittik. Ben onunla Ankara'ya gittim, o benimle Muğla'ya geldi. Bu sefer acil bir durumdu ve sınav haftası olduğu için benim izin almam mümkün değildi. Eve hemen gitmek gelmedi içimden. Sedasızdı ev. Eve yakın bir yerde üç beş bira içip sonra eve gidip sızmaktı planım. Eve en yakın mekana gidip bira istedim. Canlı müzik vardı hem de. Kafamı dağıtmam için ideal bir ortamdı. Sonra eve gidip yatar, sabah da okula giderdim. Biramı yudumlarken canlı müzik yapan ekibin benim eski öğrencilerim olduğunu fark ettim. Solistten bateriste hepsi benim öğrencimdi. Ama solisti ayrıca hatırlıyorum, Asya. Dersten çıktıktan sonra elinde bir mektupla karşımda belirmişti yıllar önce. Mektupta bana aşık olduğunu ve bir ömrü benimle geçirebileceğini ama benim böyle bir adam olmadığımı bildiğini ve bir geceye bile razı olacağını yazmıştı. Öğretmenine aşık öğrenci hikayesiydi işte kısacası. Mektubu geri verip onun benim öğrencim olduğunu ve böyle şeyler hissetmesinin yanlış olmamakla birlikte hayranlıktan kaynaklandığını, bunları bir an önce kafasından atmasını rica ettiğimi hatırlıyorum. Bana aşık olan ilk öğrencim Asya da değildi zaten. Kadınlar yakışıklı bulmuşlardır beni ilginç bir şekilde. Daha önce de böyle şeyler oldu ve öğrencilerimi kesin bir dille reddettim. Kadınlara hayrandım ama kesinlikle öğrencilerim olmazdı. Etik değildi bu. Hepsi yetişkin insanlar olsa da doğru bulmuyordum bunu. Mezun olana kadar en azından… Bunlar hızlıca aklımdan geçerken Seda'nın telefonuyla kendime geldim. İyi olup olmadığımı soruyordu. Hiç yalan söylemedim. Gittiği için üzgün olduğumu ve alkol almak için evin yakınındaki ilk bara geldiğimi söyledim. Peki, kendine dikkat et deyip kapattı o da. Çakırkeyif olmuş, altıncı biramı yudumluyordum ki öğrencilerimin ne kadar başarılı olduğunu fark ettim. Onları biz yetiştirmiştik. Hepsi ayrı ayrı çok iyiydiler. Keman, klasik gitar, elektrogitar, bateri ve yan flüt… Öyle sadece gitarın ve solistin olduğu bir canlı müzikten bahsetmiyorum yani. Asya hem şarkı söylüyor hem yan flüt çalıyordu. Hepsinin nota dersine ben girmiştim. Çok daha geliştirmişlerdi kendilerini ve ben onlarla gurur duymuştum. Ama şimdi anlıyorum onun gurur değil de kibir olduğunu. Tüm günahların anası içki değildir, kibirdir. Şeytan kibrinden şeytan olmuştur. Kabil kibrinden öldürmüştür Habil'i. Ben kibrimden aldattım sevdiğim kadını. Evet, bu alçaklığı yaptım ben. Sevdiğim kadını aldattım. Hem de o hasta olan babasının yanına gitmişken. Öğrencilerime saygısızlık olmasın diye ara vermelerini bekledim, öyle gideyim dedim lavaboya. Giderken biri arkadan elimi tuttu. Nasılsın Asya dememe kalmadan dudaklarıma yapışmıştı. “Hâlâ sizi seviyorum, artık öğretmen öğrenci ilişkisi de kalmadı aramızda etik de. Sizi çok seviyorum.” diye sayıklıyordu aynı zamanda. Benden alt tarafı iki yaş küçük bu kadın hâlâ siz diyordu bana, ismimle hitap etmiyordu. Onun duyduğu bu saygı ve yıllar geçmesine rağmen baki kalan aşkı beni kendimden geçirdi ve engel olamadım kendime. Lavabonun karşısındaki personel odasının çekyatında seviştik. Ne bir ihtiyaçtı bu benim için ne de bir keyif. O mutluydu, bir zamanlar onu reddeden adamı elde etmişti. Ona kızmadım elbette. Tüm nefretim kendimeydi. Eve gittim, duşa girdim, içki içtim, ağladım, uyudum. Geçmiyordu aldatmış olmanın verdiği acı ve pişmanlık. Genelde insanlar en kötü duygunun ihanete uğramak olduğunu söylerler ama hayır, ihanet etmek daha kötü, daha rezil. Kahretsin ki öğrendim bunu. Ama bunu ona yapamazdım. Eve gelir gelmez olanları anlatacaktım. Ya beni bağışlayacak ya beni bir ömür onsuzlukla terbiye edecekti. Ama öyle olmadı. Bir hafta sonra babası vefat etti. Hemen Ankara'ya gittim. Cenazeyi kaldırdık. Misafirleri ağırladık. Seda'ya da annesi ve ablasına da destek olmak için elimden geleni yaptım. Ama şu an acısı varken söylemem yanlış olurdu. Biraz daha erteledim. Kendine gelsin, sonra ona her şeyi anlatacaktım. Ama olmuyordu işte. Hem Seda toparlanamamıştı hâlâ hem ben söylemeye cesaret edemiyordum. 

Boşuna dememişler büyük lokma ye, büyük söz söyleme diye. Yıllar önce bu şarkı çıktığında insan ya sevmez ya severse aldatmaz deyip saçma bulmuştum. Velhasılkelam büyük konuşmuştum. Yıllar sonra ödedim bedelini "Aşk her şeyi affeder mi? Dersin zamanla geçer mi? Güzel günlerin hatırına, aşk her şeyi affeder mi?"

Babasının vefatının üstünden on ay geçti. Biraz daha toparlandı Seda. On ay boyunca ona her dokunduğumda kendimden nefret ettim. Her defasında söylemek istedim. Ama kötü durumdaydı, ona bunu yapamazdım. Ücretsiz izne çıkmıştı. Kitap okuyup müzik dinleyerek geçirdi o süreyi, bir de hafta sonları annesini ziyaret ederek… Ben zaten iyice sallamıştım akademik kariyerimi. Bir iki idari soruşturma bile geçirmiştim sorumsuzluktan. Ama umurumda değildi. Tek umurumda olan Seda'yla bir an evvel konuşmaktı. Susmak ne zormuş, o zaman anladım. Konuşup anlatmak kolaymış, susmak daha büyük bir meziyetmiş. Korkunun kendisi cezadan betermiş. Her gün korkarak uyanmak, korkarak uyumak çok zormuş; öğrendim. 

Bir sabah uyandığımda Seda yoktu yanımda. Yatak odamızın balkonunda da yoktu, mutfakta da yoktu, lavaboda da banyoda da… Seda yoktu! Seda yoktu! Telefonumda bir ses kaydı vardı ama. "Seni sevdim. Senin de beni sevdiğine inandım. O yüzden hemen gidemedim. Seni affetmek için çok çabaladım. Ama olmadı. Hiçbir eşyamı almadım gideceğimi anlarsın diye. Anneme kargolarsın, onlar da taşınacağım şehre gönderir. Ücretsiz izne falan ayrılmadım, tüm bunları öğrendikten sonra tayin istedim. Senden ricam yaşadığım şehri öğrenmeye çalışma. Ne arkadaşlarımdan ne ailemden. Bunun hiçbir faydası yok çünkü. Dediğim gibi, seni affetmeye çalıştım on ay boyunca ama olmadı. Anlatmaya çalıştığını biliyordum. Ama ne sen anlatabildin ne ben affedebildim seni. Ve sen de affedemiyorsun kendini, biliyorum. Sana kızgın ya da kırgın değilim. Güzel anılarımız acılarımızı bastıracaktır sanıyorum. Ama birlikte olmamıza yetmeyecek ki yetmedi zaten. Şüphe tek gerçektir çünkü. Nasıl öğrendiğimi falan da kurcalama lütfen. Bunun da bir önemi yok. Ama hayallerini gerçekleştirmeni isterim, bu önemli. Uluslararası vermek istediğin konser ve doçentlik tezin için çabala lütfen. Benim yüzümden çok erteledin hayallerini, ben de bu konuda azap çekiyorum. İkimiz de kendimizden nefret ederek bir yaşam süreceğiz. Tanrı yükümüzü hafifletsin, hoşça kal." O an Tanrı’ya inandım. Otuz beş yaşımda Tanrı’ya inandım. Birinin Seda'mın ve benim yükümü hafifletmesi gerekiyordu çünkü. Hiç ikiletmedim, o gün topladım bütün eşyalarını ve annesinin adresine gönderdim. Sadece tarağını ayırdım. Hangi şehirde olduğunu da kurcalamadım. Resimleri, tarağı ve gerçekleştirmemi istediği hayallerimle kaldım o koca evde. Uluslararası konseri gerçekleştiremedik, pandemi çıktı çünkü. Ama doçent doktor ünvanını aldım. Seda böyle buyurmuştu çünkü. Eski hayatıma geri döndüm. Tek bir farkla: İnandığım ve dua ettiğim bir Tanrı’m vardı benim ve Seda'mın yükünün hafifletmesi için. İnsan Tanrı’nın kusurudur. Tanrı bizi bu yüzden bağışlar. Çünkü içimizdeki iyiliği de kötülüğü de o icat etmiştir. Tanrı beni affeder, ya siz sevgili insanlar, siz beni affeder misiniz?