Oturduğu deri koltukta sesler çıkararak dönüyor, arada bir de gülüyordu. Masada duran soğumuş kahveye göz attı. Sonra saatini kontrol etti. Bu gecenin çok sakin geçeceği hissine kapılmıştı ki o sırada yardımcısı hızla odaya daldı. Masanın başına kadar gelip ona doğru eğildi. Sol elini masaya, sağ elini beline dayadı. Her zamanki gibi tok sesiyle tane tane konuşmaya başladı:

“Abi,” dedi çünkü o kendisine abi denilmesini istiyordu daima; başkomiserim, amirim tarzı hitapları hiç sevmezdi. Devam etti genç delikanlı: “Cumhuriyet Caddesi’nde bir cinayet işlenmiş!”


Sefa komiser bunu duyunca rüyadan uyanır gibi irkildi. Yardımcısına bakmadan konuşmaya başladı. Sanki yanında birisi yoktu da kendi kendine konuşuyordu:

“Bu insanlara ne oldu böyle? Binlerce insanın gözü önünde birilerini öldürebilecek kadar gözü dönmüş bu insanların! Bunun nasıl bir açıklaması olabilir ki?” Sonra yardımcısına döndü ve devam etti: “Ne dedin sen? Cumhuriyet Meydanı’nda mı?”

“Evet abi!”

“İşimiz kolay o zaman, hemen kameraları inceleyelim. Olayın olduğu yerdeki iş yeri kameraları ya da orayı gören mobeseler. Hemen gönder birilerini!”

“Abi,” dedi, durdu. “Gerek yok. Adamı getirmişler aşağıda bizi bekliyor!”


Sefa komiser bunu duyunca derinden bir kahkaha attı. Hemen peşine ekledi:

“Bu ilk galiba ha, ne dersin? Koltuğumdan kalkmadan bir olayı çözdük desene!”


Cümlesini tamamladıktan sonra yavaşça kalktı oturduğu yerden. Yardımcısının önüne geçip hızlı adımlarla yürümeye başladı. Sorgu odasına geldiğinde hemen girmedi içeri. Önce dışarıdan izler, orada duran kişinin hâl ve hareketlerine bakardı. İnsanların düşüncelerinin hareketlerine yansıdığını düşünürdü çünkü. Eline dosyayı aldı, yine bekledi. İzlediği kişi birçoğundan farklı olarak arkasına yaslanmış, ellerini göbeğinin üstünde kenetlemiş etrafı seyrediyordu. Sefa komiser bu manzarayı görünce duyulur duyulmaz bir sesle, “Pişman değil! Galiba çok haklı bir sebebi var kendince.” diye fısıldadı. Hemen oradakiler, “Buyur abi!” diye atladı. Sefa hiçbirine cevap vermedi. Elindeki dosyayı bırakarak doğruca içeri girdi, adamın tam karşısına oturdu. Beş on dakika hareketsiz kaldı ikisi de. Daha sonra bu sessizliği, eliyle camı göstererek sakalları yeni tüylenmeye başlayan genç bozdu:

“Oradan bakınca nasıl görünüyorum, iyi mi?”


Sefa komiser, buna gülerek karşılık vermekle yetindi. Yine bir sessizlik kapladı odayı. İçeriyi tam aydınlatmayan sarı ampul, artık yanmaktan sıkılmış gibi bir gitti bir geldi. İkisi de aniden kafasını ampule doğru çevirdi. Ondan sonra Sefa hiç olmadığı kadar sakin bir şekilde sordu:

“Neden öldürdün adamı Erkin Kalaycı?”

“Öldü mü?” dedi önce şaşırmış gibi görünerek. “O kadar kişinin içinde bana ters ters baktı amirim!” diye devam etti, sesinde en ufak bir titreme yoktu. Duruşunu da hiç bozmamıştı.


Sefa bunu duyunca renkten renge girmeye başladı. Vücudundaki bütün kanların birden beyninde toplandığını hissetti. Biraz önceki halinden eser yoktu. Sandalyeden kalktı, karşısında duran gence okkalı bir tokat yerleştirdikten sonra konuşmaya devam etti:

“Ben de sana tokat attım. Hadi beni de öldür!”


Genç, sandalyeye sıkıca sarılmamış olsaydı tokadın etkisiyle yere düşebilirdi. Korkmuş olmalı ki ellerini kendine siper etti. Şimdi onun da biraz önceki halinden eser yoktu. Olayın ciddiyeti sarmıştı sesini. Titremeye başladı. Konuştukları tam anlaşılmıyordu:

“Amirim, a-a-amirim, o kadar kişinin içinde bana öyle na-nasıl baktı? Yapmasaydım ma-ma-mahallede milletin yüzüne bakakamazzdıımm yoksa!”


Sefa komiser, bu gencin söylediklerini duyar duymaz bir tokat daha patlattı. Bu sefer diğer taraftan vurmuştu. Daha fazla üzerine gitmeye gerek yoktu. Her şey ortadaydı. Anlaşılan, her gün gerçekleşen incir çekirdeğini doldurmayacak sebeplerden biriyle daha karşı karşıyaydı. Ellerini masanın iki ucuna dayadı, masayı kaldırıp atacak gibiydi ama yapmadı. Cama doğru baktı ve hemen içeri giren yardımcısı, genci karga tulumba alıp götürdü.


Sefa komiser, bu sefer deri koltuğunda oturmuyordu. Yardımcısını karşısına almış, caddenin hareketliliğini izlemek için camın kenarına geçmişti. Sıcak bir çay, dumanını dağıtarak masanın üzerinde duruyordu. Oda hafif karanlıktı, saat gece yarısına yaklaşmıştı. Bir sigara yaktı ve parmaklarının arasına sıkıştırdı. Böyle yaptığında genelde uzun konuşurdu Sefa. Yine öyle olacağını anlayan yardımcısı hiçbir şey demeden onu izlemeye başladı. Sefa derin bir iç çekti ve sözcükler bir çuvaldan dökülüyormuş gibi odaya saçılmaya başladı:

“Burası dünya, burası dünyada küçük bir parça ve buradaki insanlar da dünyadaki insanlar da aynı. Buradakiler, dünyadakilerin sadece küçük birer kopyası. Bu formayı taşıdığım her geçen gün, insanlar daha ne kadar saçmalayabilir diye düşünüyorum. İnsanlar her gün daha da saçma oluyorlar açıkçası.” Parmaklarının arasındaki sigaranın külü yere düşüverdi, o bunun farkında bile olmadı. “Bir gün, ‘Bana yan baktı.’ diye geliyor birisi; bir diğeri, ‘Onun tavuğu benim bahçemde geziyordu sürekli.’ diyor. Ertesi gün adam utanmadan karşımıza dikiliyor ve ‘Beni hiç sevmedi, ne yapabilirdim ki?’ diyor. Her geçen gün aynı insanlar farklı suretlerde gelip dikiliyor sanki karşımıza. Hepsinde ortak olan şey ise kendilerini bir şey zannetmeleri ve dünyayı kendi etrafında dönüyor gibi görmeleri. Bu yüzden kendilerinin dokunulmaz olduğunu düşünüyorlar, akıllarına geldiği gibi hareket ediyorlar. Nice insana sebep olup diğerlerinin arasına karışıp gidiyorlar. İşin de en kötüsü, bunun sonunun hiç gelmeyecekmiş gibi görünmesi. Bu insanlar ne zaman öğrenecek, ne zaman anlayacak, bilmiyorum. Bir insanı yan baktığı için öldüremeyeceğini ya da o hayvanın sınırı geçmesinin sahibinin suçu olmadığını… Ve insanların herkesi sevmek zorunda olmadığını… Kim bilir ne zaman öğrenecek? Belki de asla!” Sigarasının söndüğünü fark etmedi ve onu küllüğün içinde ezdi.


Kasım 2020/Taşlıçay