Şarkı söylemeyi çok severdim küçükken. Hatta repertuarım büyükler tarafından bile şaşkınlıkla karşılanırdı. Gündüz kuşağı çizgifilmerinden arta kalan vakitlerde müzik kanallarını zaplamaktan başka aktivitem yoktu çünkü. İsmail YK, Özcan Deniz, Serdar Ortaç, Sezen Aksu, Sertap Erener, Yıldız Tilbe ve bilimum arabesk öncülerinden oluşan repertuarımı fırsat buldukça paylaşır ve çoğunlukla olumlu geri dönüşler alarak müzisyen ruhumu kamçılardım. Babamın yeni aldığı ve daha önce hiçbir telefonda olmayan çok çarpıcı ses kaydetme özelliği ile de bazı zamanlar, yani babam ne zaman beni eylemek isterse kayıt altına alır, çok büyük bir iş başarmışım gibi kendimi özel hissederdim. İş kameralı telefonlara geldiğinde siz düşünün neler olduğunu.
Sınıf öğretmenimiz o haftaki ödevimizin şarkı ezberleme olacağını söylediğinde belki de hayatımın ilk böbürlenmesini yaşamış olabilirim. Neredeyse bilmediğim şarkı yoktu, bu yüzden bu ödev için çalışmama gerek bile kalmayacak kadar güveniyordum kendime. Öğretmenimiz, ezberlememiz gereken şarkının kendi memleketimize ait herhangi bir türkü olmasını söyleyince afallamıştım. Bu ödevi nasıl yapabilecektim ki? Benim memleketimin türküleri hep kürtçeydi. Kahrolası yerde o dönem bariz bir ayrım varken küçücük bir çocuk o özgüveni kendinde nasıl bulsun ki? Koca amcalar memeleketimin Diyarbakır olduğunu duyduğunda "kro" diye aşağılanıyorken, ana dilimi öcü gibi göstermeye çalışırken akranlarımın girdiği maymunsu tavırlar varken, küçük bir çocuk kamuoyuna doğduğu toprakların türküsünü mü okuyacaktı?
Eve gidip babamın gelmesini beklerken zihnimden geçenlere ve buna sebep olanlara hakkımı helal etmiyordum. Babam yorgun bacaklarını kanepesine sermiş öylece memleket meselelerini televizyondan izlerken döküldüm. "Daha ne, Şemmamme'yi söylersin işte." Haklıydı da. "O olmaz baba, başka türkü lazım." Haklıydım da. "Tamam sende Zermircan'ı söylersin o zaman. Olmazsa Lorke'yi." Haklısın baba, çok haklısın. Söylediği her türküye karşı geldikten sonra türkçe olması gerektiğini diretince kendi repertuarında da olmadığı için mecburen türkçe söylenmiş bir Diyarbakır türküsü bulmak zorunda kaldık. Evimizde internet namına bir şey olmadığı için kendi iş yerindeki bilgisayardan ertesi gün çıkarttığı ve hayatımda ilk kez gördüğüm o türküyü verdi. Ona bu yükü verdiğim için bu türkünün nasıl okunduğunu bilmediğimi söylemeye utanıp susmayı tercih etmiştim. Haliyle sanat güneşi bir babam olmadığı için onun da aklına gelmemiş ve türkü ile baş başa kalmıştım.
"Ay doğar sini sini
Sevmişem birisini
Kılıç vursan boynuma
Söylemem doğrusunu
Nidem, nidem yarsız nidem
Nerelere gidem
Evi, barkı terk idem"
O bana ben ona bakıyor ve defalarca türkü sözlerini dümdüz okuyordum. Bunu kamuoyuna bu şekilde okumak hem türküye yapılmış bir ayıp, hemde façamın çok derin çizilmesine sebep olurdu. Aklıma gelen o müthiş fikirle türküyü kendim yorumlama kararı alınca evet dedim, ben gerçek bir sanatçıyım. Bu acıklı sözleri olabildiğince dramatik makamlarla denemeler yaparak kendime göre doğru beste ve nağmeleri bulunca dersime iyice çalıştım. Oldukça yaralı okuduğum türkümle de iyice yakınlık kurunca hazır olduğumu hissetmiş ve pazartesi gününün ilk dersini heyecanla beklemeye başlamıştım.
Her zaman ki alışık olduğum alkışlarla yerime oturduğumda bu görevi sorunsuz hallettiğime çok sevinmiştim. Hem kürtçemi gizlemiş, hemde bilmediğim bir türküyü çok da güzel seslendirmiştim.
Yıllaar yıllar sonra aklımdan çıkmış bu anıdaki türkü karşıma çıkınca o günleri hatırlayıp kendime oldukça utandırıcı bir kahkaha atmıştım. Acılar içerisinde okuduğum türkünün oldukça şen ve hareketli olduğunu görünce o zamanki mahzunluğumun sebebini deşerek kahkahamı bastırmış ve bu yazıyı yazmaya karar vermiştim.
Not: Şarkıyı dinlemek isteyenler, Zeki Müren'in yorumunu dinleyebilirler.