O, ayın yansımasının dingin yüzeyinde oynaştığı gölde uzanırken mızrabım banjomun telleri, gözlerim ay ve gözleri arasında mekik dokurdu. Tepeleri bulutsuz göğün altında ışıyan azametli kayalıkların günahımızı örtmesini minnetle karşılar, minnet duyduğum şey için onuruma küfreder, utanç içinde yerinirdim. Altıncı gecenin sonunda tan yerinin ağarmasına beş kala kollarıma atılıp ıstırapla bana beni sevdiğini haykırırken lotusların titreşip suyu dalgalandırdığını hatırlıyorum. Sonra ufuk kızıla büründü ve acı son kez en dayanılmaz hâliyle tekrar bağrıma çöktü. 

Ölümün onu almasından sonraki ilk karşılaşmamızdan dakikalar evvel esrikliğin kıyısına diz çökmüş ağlıyordum. Mahmur bakışlı gözlerim kızıl gün ışığının buğuları altında rayihalı başlarını sallamakta olan yıldızpatılarına ilişmiş ve bu, yüreğimi mahrur bir heyecana bürümüştü. Yürümekten griye evrilmiş çıplak tabanlarımla yabanıl otlar ve çakıl taşları arasında koştuğumu hatırlıyorum. Gölün kıyısındaki yıldızpatılarına doğru... Fakat sonra -ah- şebnemlerin geçmesi gibi yaz çimenlerinin üzerinden övünç oracıkta acıyla tevazu etmeden yüreğimden yitti ve ben esefle haykırarak tekrar yere yığıldım. Sonra bir ses; bir gırtlaktan yükselmeyen, havada yayılan, hiçbir yerde olan bir ses kadife tınısıyla kulaklarımı okşadı. Olanları aradan geçen onca mevsime karşın bu denli net hatırlamam tuhaftır; dizlerim üzerinde sürünerek ilerlerken parmaklarımdan süzülen kanların yıldızpatılarının yaprakları üzerinde peyda ettiği şekiller, her hareketimde bedenim altında bükülen çimlerin kuru toprağa düşen gölgeleri, Helios’un oklarının durgun suda mambo yapışı ve sazlıklar... Onların arasındaki koca karaltı. Biçim itibariyle bir insandan farksız olan, kulaklarıma çalınan sesin ardından içgüdüsel bir devinimle suya yönelince fark ettiğim şey, bir siluet. Dürüst olduğum konusunda sizi temin ederim ki duyduğum sesin ondan başkasına ait olmadığına annemin bir istavroz kaçakçısı olduğundan emin olduğum denli eminim. Ağzı gözlerimdeki perdenin ardındaydı ve konuşup bana, "Uyu." sadece "Uyu." dediğinde zihnimde kıpırdadıklarında kulaklarımın baharda çatlayan buzları andıran latife tınıyla kutsanmaya bahşedildiği kösnül dudakların bir resmini çizdim. Bilincimi yitirmeden önceki son saniyelerde bu resim heyelanla birlikte falezden kopup halice düşen topraklar gibi önce tek tek parçalara bölündü, ardından tamamen yitti. Uyudum. Tenim kavrulup kızıllaşana ve ellerimdeki kanlar kuruyana değin gölün kıyısında, yıldızpatılarının arasında yattım. Ardından soğuk parmaklar avurtlarımı okşadı, gerdanımda buz gibi iki aya hissettim ve -ah!- oradaydı. Berime çömelmiş bir kadın, sevgilim, biricik Amine’m! Atı yaşındayken Maelboer Konağı’na ilk gidişimde o geniş holün zeminindeki fildişi karoların birinden diğerine sıçradığını gördüğüm, kafasını kolonların ardından çıkartıp bana her gülümsediğinde kızarıp bozardığımı hatırladığım o küçük kız gibi. Her yaz gecesi sandala binip bana şarkılar söylemesini dinlediğim zamanlardaki gibi. Son şarkısını bugün benim kollarımda söylemiş olduğu gerçeğini aklım almıyor. Tanrı'm, nasıl olur! Boğazındaki yarıktan -kendi ellerimle tek bir darbede yarattığım yarıktan- akan kanların gerdanlığının ucundaki yakutun üzerinden taftasının yakasına süzülüşünü izlediğimi hatırlıyorum.

Yok artık sandalla çıkmak mehtaba!

Hayır, zihnimin acınası esrikliğimden faydalanıp bana oynadığı bir oyundan başka şey değil bu. Yanı başımda oturup Selene’nin şarkılarıyla menevişlenen bu yerde şefkat ve ne olduğunu kestiremediğim başka bir duyguyla yüklü bakışlarını tek lahza olsun üzerimden ayırmayan bu kadın Amine'nin bedenini çalan adi bir ruhtu. Amine'min taftasının etekleri Kharon’un kayığından Acheron’a sarkıyordu şimdi ve Amine kendisine hıyanet eden sevgilisine sövgüler yağdırarak ağlıyordu. Biricik Amine'min körpe bedeninin hükümranlığına geçmiş iğrenç ruh kollarını boynuma doladığı anda onu tiksintiyle ittirdim.Ama sonra benden uzaklaşmasıyla birlikte gölün kıyısındaki koca kayalığın gölgesinden çıktı ve mehtabın altında yüz hatlarını ilk kez o denli net gördüm.

Sol şakağındaki kabarık damar üzerine düşen ince kızıl zülfün içe kıvrılışındaki bir şeyler ve sesindeki usulluk beni ona inanmaya itti.                         

“Ben Amine'yim. Gündüzleri sefil bir gölge, geceleri kendim olarak seninle geçireceğim altı günün ardından Plouton’un şehrine geri döneceğim."

Onu tekrar kollarım arasına aldım. Ah!

Onun için Anubis’in yanına bilet kesen parmaklarla saçlarını okşuyor, elimdeki o sivri uçlu malayla boğazını deştikten sonra bir daha alamayacağını bildiğim nefeslerin koynumu nemlendirdiğini hissediyordum.

Fakat alnına düşen ay ışığının, kaşlarının gözleri üzerinde çizdiği kavisli yolun bitimindeki çukura düşürdüğü gölge, çenesindeki gamzenin üstündeki ben, dibimizdeki huşun yapraklarının omuzları üzerine düşen gölgesi, her şeyi, elleri ve sesi, yanaklarındaki genç kızlara özgü kızarıklık ele veriyordu onun gerçekten benim Aminem'den başkası olmadığını. Onu seviyordum. Öyle seviyordum ki onu!

Fakat o mektup... Hatırlıyorum. Her şeyi çok net hatırlıyorum.

Konuk odasındaki şöminenin hemen yanında bulunan küçük nişe şeffaf bir perdenin ardından bakıyorum şimdi.

Her şey berrak. Nişin içinde paros mermerinden yapılma eski ve değerli bir Aiolos heykeli var. Gözlerim heykelin kaidesinin altından dışarıya sıyrılmış bir kağıt parçasına takılıyor. Aiolos’u ensesinden tutarak kaidenin altındaki kağıdı alıyorum. Dörde katlanmış el yazması bir mektup bu. Altındaki imzaya kayıyor gözlerim ve aynı anda bedenimi bir titreme yalayıp geçiyor. Aiolos heykeli elimden kayıp düşüyor fakat ne parçalanıp karoların üzerine, şöminenin küllüğüne saçılan parosun sesini duyabiliyorum, ne de Amine'nin çığlığını. İmza sağ kuyruğu a harfine evrilen sade bir m ile başlıyor. “Maria!” diye haykırıyorum. Ardından dibimde biten Amine’den sol yanağıma şiddetli bir tokat yiyorum.                                    

“Yine ha!” diyor. Taftasını yırtarcasına devinirken yakasını, eteklerini çekiştiriyor. Saçlarını yolarken buna daha fazla göz yumamayacağını söylüyor.

 “Bana aşık olduğunu söylediğin her gecenin sabahı Maria tarafından imzalanmış sevgi dolu mektuplarla karşılaşıyorum.”

 Konuşmaya devam ederken tabanları zemin üzerinde geriye doğru kayıyor.

 “İki aylık bir bebeğe sahip olmasaydık sana kalbinin ait olduğu kadının aguşuna git derdim. Zira onurdan yoksun değilim. Fakat” diyor. Bu sırada çoktan holün sonundaki kapıya varmış olduğumuzu fark ediyorum. Adımlarım Amine'nin adımlarının hükümranlığında. “artık gitmeni istiyorum buradan. Maria’ya yahut Styx’in en derinine, umrumda değil! Yalnızca git.”

"Defol, defol,defol seni adi!"                                                                           

Hatırlıyorum. Hatırlamamayı dilerdim -ah!- fakat hatırlıyorum. Hem de öyle net hatırlıyorum ki! Ne avludaki taş örme duvarlardan birine dayalı malayı ne ara gördüğüme, ne de onu alıp da sivri tarafını Amineciğimin boğazına saplama düşüncesini aklımdan nasıl geçirdiğime dair fikrim var. Kendime geldiğimde Amine’nin narin bedeni kucağımdaydı, ben ise başımı onun cansız koynuna gömmüş ağlıyordum. Teni sıcaklığını tamamen yitirene ve taftasının yakasından yavaş yavaş eteklerine akmakta olan kızıl kan bordolaşana dek yüzünü defalarca kez öpüp saçlarını okşadığımı hatırlıyorum. Sonra göle gitmiştim.

“Sorun etme.” dedi Amine. “önemi yok. Rica ediyorum af dileme benden. Bağışlanması gereken bir şey yapmadın.” 

Ve Amine göğün güneşi kızıl gelinciklerle karşılamasına beş kala bana gitmesi gerektiğini söyledi. Ondan benimle gelmesini istedim. “Olmaz,”dedi. “altı gecenin sonunda dünya sefahatimin sona ereceği söylendi. Gölgeler Plouton’un şehrindeki yasalara uymakla yükümlüdür.” 

Ona bunu kimin söylediğini sorduğumda takındığı kıvanç dolu ifade beni ürküttü.

“Ruhumun huzura kavuşması için cansız bedenimi yakıp küllerimi gül bahçesindeki toprağa gömmen gerekiyor.” 

Bunları söyledikten sonra sırtını yüzüme çevirip tezcanlılıkla koşmaya başladı. Bedeni attığı her adımda çiylerle bezeli çimlerin üzerinde öyle insan dışı bir zarafetle süzülüyordu ki sorsanız Orphiel’in kanından olduğuna yemin edebilirdim. Kalkıp köşke -şimdi hatırımda ne vakit canlansa Ölüm’ün koynuna varmayı dilediğim, duvarlarındaki taşların ifritlerin tükürükleriyle örüldüğüne her mevsim daha bir inandığım o şeytanî yapıya- gitmek için Amine'nin gözden yitişini mi bekledim, yoksa gidişini o hiç var olmamış, gece boyunca kendi kendime konuşmuşum gibi umarsızca, kafamı o tarafa dahî çevirmeden mi karşıladım hatırlamıyorum. Yalnızca onun dediğini yaptım ve ertesi gün gölgeler uzarken tekrar göle, onun yanına gittim. Tabanlarımı suya vererek kıyıda oturdum. Hüznümü dindirecek şefkatli okşayışların gelişini bekledim.

Koynuna yatıp kanlı parmaklarla çenesini okşadığım kadının ismi Amine'ydi. Ölüm onu dün almıştı ve bugün külden müteşekkildi. Onu seviyordum ama tanrı tartışmamız esnasında gözlerimi duvara dayalı o malayla kestirmişti. Onu tanrı için öldürmüştüm. O öyle istiyordu ve benim sefil bir kul olarak onun buyruğunu yerine getirmek dışında yapabileceğim hiçbir şey yoktu. 

                                           ***

Maria'nın, patiskasının yeninden sarkan dantel farbalalar çizmelerinin ucuna değin uzanıyordu.

Maria sol dirseğine rafya dokuma bir sepet sıkıştırmıştı. Sepetin içi gül yapraklarıyla doluydu. Karim'in bahçesinden kopardığı güllere ait yapraklardı bunlar. Bordo, mis kokulu güller...

Güller hududun ötesine varana değin solar, kokusunu yitirir miydi? Karim'in sesi kulaklarında çınlıyordu:

 "Öyle olmamasını dilemekten başka yapabileceğimiz bir şey yok. Hiçbir şey."


Altında bağdaş kurmuş olduğu kavağın yaprakları rüzgarla hışırdadı. Maria ağacın yapraklarının çimler üzerine düşen gölgelerinin kısa müddetlik dansını ancak yelin şiddetiyle öne savrulan farbalaları devinimi kesinceye değin izleyebildi. Patiskasının yeninden sarkan farbalalar sepetin içinde, gül yapraklarının üzerinde uyumakta olan bebeğin yüzünü yalamış ve yavrucak çok geçmeden ağlamaya başlamıştı.  

"Çeneni kapalı tut!" Maria susması gayesiyle elleriyle bebeğin ağzını kapattı fakat tüm cehti uzun tırnakları bebeğin yanağını sıyırınca ters tepti. Küçük şey şimdi daha şiddetli çığırıyordu.

“Maria! Maria!” 

Karim sol eli havada koşar adım yanına geliyordu. Üzerinde kenevir dokuma kirli bir cübbe vardı. Cübbesinin yeninin çıplak esmer tenini gözler önüne serecek denli açılmış olduğunu gören Maria’nın aklına bir şarkı geldi:


Partal kılıklı kambur ucube                                                              

Kulakları kepçe                                                                          

Sırıtıp durur delice


“Hadi,” dedi Karim. Elindeki kumaş parçasıyla sepetteki bebeğin üstünü örterek. “gidelim.”

                                       ***

Ertesi günün akşamı Katalonya’nın hududunda bekçilik için konuşlanmış iki adamdan sıska olan sağ elini rafya dokuma sepetin üstündeki kumaşa uzattığında Maria “Güller,efendim.” diyecekti. “havayla temas halinde bulunmamaları gerek, pek tabii iyi bir gül reçeli yapmanın sırrı budur.“

Gelen yanıt karşısında uzun burnu iki kez seğiren adam tatmin olmuş biçimde kafasını sallayıp geçmelerine izin verecekti. “Ahmak!” diye haykıracaktı içinden Maria. Dört gün sonra dalgalar eşliğinde suda dans eden cansız bedenleri bir halicin kıyısına çarptığında -inanır mısınız- tanrı ona lafını geri iade edecekti.     

“Ahmaklar!” 

Ve iki balıkçı, kıyıya çarpan cesetlerin on yedi kulaç ötesindeki sepetten yükselen nidalara koştuğunda gül yapraklarının arasında yatmakta olan tombul bir bebekle karşılaşacaktı.