Bir sabah ben ve işe yaramazlığım, tasımızı tarağımızı toplayıp yola çıktık. Tasımızı tarağımızı da kirli, derisi köseleye dönmüş, koyu yeşil valizimize doldurduk. Tekerleği olmayan, çekçeği bozuk, tek sağlam yerinin yanlarındaki tutma yerleri olan bir valizdi bu. Yolun yarısına kadar taşıdığımda, kollarımda eskisi kadar güç kalmadığını fark ettim. Diğer yarısını taşımak için işe yaramazlığıma teklifte bulunduysam da kabul etmedi. Üstelik gözlerimin içine ayıp etmişim gibi baktı. Cenaze evinde gülmüşüm gibi… İşe yaramazlığımızı unutmuştum. Haliyle üstelemedim. O da umursamazlıkla sigarasını yaktı. Anlaşılan o daha umursamazlığımı terk edememişti. Umursamazlıkla aram bozuldu diye işe yaramazlığıma hesap soramazdım. Hava bulutluydu. Sararmış, eski binaların arasından geçtik. Sonunda en uygun kaldırımı aranıp oturdu. Yanına çöktüm, bir sigara da kendime istedim. Vermedi tabii.
“Sen mi daha işe yaramazsın ben mi?”
“Teknik açıdan zaten senin işe yaramazlığın da ben olduğuma göre, ben ne kadar işe yaramazsam sen de o kadar işe yaramazsın. Yani ben olmadan sen işe yaramaz bile değilsin.”
“Dur bakalım! Öyle peşin hüküm vermenin anlamı yok. Belki de sen yokken işe yaramaz değilim. Sonuçta o özelliğim yoksa değilimdir.”
“Anlaşılan sen küstahlığınla hâlâ ara sıra görüşüyorsun. Bu ne demek şimdi yani, hani dosttuk biz?”
“Ne görüşeceğim ya. Her şeyimi onun yüzünden kaybettim zaten. Sen de hemen yanlış anlıyorsun.”
İkimiz de konuşmadan, belediyenin itinalı çalışmalarla döşediği parkeleri izledik. Kimi taşların diğerleriyle arası daha açıktı, kimisinin bir ucu kırılmış, şansı varsa yanı başındakilerle aynı renkteydi, değilse kırılmış tarafı daha çok sırıtıyordu. Hatta aralarında, başkaldırırcasına havaya doğru dikilenler vardı. Sanki zemin, insanlık tarihine dair her benzetmeye müsaitti. Sessizliği bozan işe yaramazlığım oldu:
“Pıtır’a gidelim mi? İki tek atarız hem.” İşe yaramazlığım, son zamanlarda cümlelerinin sonuna “hem” koymayı alışkanlık edinmişti. Bense bunu söyleyeceklerime, daha düşünce halindeyken açılmış savaş olarak kabul ediyordum. Dümdüz adam olmaya karar verdiğim günden beri tüm özelliklerime yol vermiştim. Fakat gariptir ki onu defedemiyordum. Acaba dümdüz olmak işe yaramazlıkla mı paraleldi? Hayır, böyle düşünmemeliydim çünkü hayatımda ilk defa irademle iş yapıyor ve vazgeçmeyi öğreniyordum. Pıtır’ın mekânı dünyanın en saçma yerindeydi ve biraları fıçı değil Skol tadındaydı. Zaten düşük bütçeyle içen adamlar az sarhoş edilmeye mahkûmdur. Mahkûmiyetin sonu da haddinden fazla ve çapsız özgürlük istemidir. İlkokuldaki flörtlerinden başlayıp, gittikçe platonikliğe evrilen orta yaş ilişkilerini hatırlamak demektir. O kadar insanı gece yarısı arayacak kadar yüzsüzleşeceğimi biliyordum. Alkol dediğin insanı sızdırmalı. Acı çekmeyi erteletmeli. Bu bakımdan aslında alkol de bir uyuşturucudur.
“Hem biz hemdemiz hem de demlenmeliyiz” dedim ve ayağa kalktım. Laf dokundurmama aldırmamıştı. Aniden kendimi dünyanın en yalnız adamı gibi hissettim. Çünkü “işe yaramazlığım” bile beni umursamıyordu. İki adım arkamdan geliyordu. Onunla aynı hizada yürümek istediğimdeyse hızlanıp iki adım öne geçiyordu.
Yol boyunca gururumu düşündüm. Acaba işe yaramazlığım yerine onu mu yanımda tutsaydım? Belki de böyle düşünmeme sebep olan gururumla yıllardır dost olmamdı. Alışılmışlıklar, yeniliğe kafa tutuyordu. Bense iş güvenliği kurallarında, son basamağa adım atmalı mıydık, yoksa atmamalı mıydık sorularının arasında kalıyordum, yüküm ağırlaşıyordu. Umursamazlığımın sözlerini işitir gibi oluyorum. “İneceğin yer karanlık bir depoysa merdivenin sonunun önemi yoktur.” Ardından bunun aslında ne kadar boş bir metafor olduğunu anlıyorum. Adı üstünde umursamazlık, sanki daha önce asgari ücrete tabi işlerde mi çalışmış?
Hepi topu üç ana merkeze giden, bir jenerasyonu siyasi açıdan ikiye bölmüş, asfaltı yırtarak gelen otobüslerden birine bindik. Özlemini çektiğim itiş kakışların yoksunluğuyla otobüs kartını şoförün yanındaki monitöre okuttum. Vize aşımı uyarısı verdi. Panikleyip tekrar bastım. Şoför kel ve göbekliydi. Direksiyonu göbeğiyle kontrol ettiği oluyor muydu acaba? Ya da havanın açık olduğu zamanlar kel kafasından dikiz aynasına yansıyan güneş tekrar gözüne giriyor muydu? Amacım kesinlikle insanların dış görünüşüyle dalga geçmek değil, tam tersine o an şoförün yerinde olmayı çok isterdim. Kel, göbekli ve bir vasfı olan… Kartı ısrarla okutmaya çalışırken, iç sesimi duymuş gibi “İşe yaramaz” dedi.
“Nasıl? Siz işe yaramazlığımı görüyor musunuz?” İşe yaramazlığım, çoktan arka koltuklara, cam kenarına doğru ilerlemişti. Şoför, ya kafamın güzel olduğunu ya da aklımın yerinde olmadığını düşünmüş olmalı ki, eliyle “e hadi geç bari” hareketi yaptı. Akşam yemeğinden sonra karısına anlatacağı yeni bir tipleme kazandırmıştım ona. Şoförün karısını hayal ettim. Belki de anneme benziyordu. Eğer dümdüz adam olma yolundaysanız tüm kadınlar birbirine benzer. Dörtten çıkan iki de ikidir, altıdan çıkan dört de öyle. Matematiğim bu kadarına yetiyor sanmayın. Demek istediğim sayılar işe yaramazdır. Çünkü sayılar sonuçları doğurur. Bu dünya sonuçların dünyası değil de havada asılı duran sebepler dünyası olsaydı herkes boşlukta olduğunun daha iyi farkına varırdı. Alışırdık buna. Ya da edebiyat, matematiğin yerini doldururdu.
Her neyse konu kadınlara ve anneme gelince hep duygusallaşırım. İşte belki de o kadın, şoförün eşi yani, kocasının anlattığı bendenizi oğluna benzetir. İçinde, çok derinlerde bir yerde tüm sayıların sonucu erkeklerin aynı olmasına çıkıyordur hatta. O zaman ben, şoförün karısı ve işe yaramazlığım havada asılı sebepler dünyasına adapte olan arketipler olarak dünya tarihine geçeriz.
Düşüncelerim işe yaramazlığımın dürtmesiyle dağıldı. İneceğimiz durağa yaklaşmıştık. Otobüsten indiğimde işe yaramazlığımı bulamadım. Umursamazlığım, yerimde olsa ne yapardı diye düşündüm. Sebebini bilmediğim telaşlı hareketlerle, soğuk soğuk terlerken, boğazımın düğümlenmesine mani olamadım. Şimdi işe yaramazlığım yoktu. Valizim de yoktu. Bu saatten sonra düz adam olma hayallerim yerle yeksan olmuştu. Küçük bir çocuk yanımdan hızla geçti. Çocuğu tanıyordum. Masumiyetimdi o. Onu daha bebekken bir kerhanenin kapısına bıraktığımı hatırladım. Yüzündeki belli belirsiz lekeler bu yüzden olmalıydı. Seslenmeye, arkasından gitmeye utandım.
Mekâna vardığımda her zamanki yerime oturdum. İlk selam veren “kibarlığım” oldu. İşe yaramazlığımı görüp görmediğini sordum. Buna cevap veremeyeceğini, cümleleri uzatarak, özür dileyerek belirtti. Karşımdaki bar masasında dört kişi oturuyordu. En soldaki ümidimdi. Kamburlaşmıştı. Oturduğu büyük, arkalıksız sandalyede her an yuvarlanabilir gibi sallanıp duruyordu. Çok içmişti anlaşılan. Diğerlerini de tanımam zor olmadı; hevesim, öfkem ve inceliğim. Onları kovduğum günden beri ne yapıyorlardı acaba?
Barın önüne gittim, yanlarına oturmak için ümidimden izin istedim. Barmene beş tane viski kola ısmarladım. Bardaklar gelene kadar konuya nasıl gireceğimi tasarladım. Ümidime dönerek;
“Pardon. İşe yaramazlığımızı gördün mü?”
Ellerini pervasızca açtı. Diğerleri muhatap olmamaya kararlıydı.
“Bilmiyorum. Ama sanmıyorum yani, gittiyse gelmez.”
İnceliğim atıldı;
“Hayrola? İlk kez bir duygun seni terk ediyor herhalde.” Yanaklarına yayılmış zafer gülümsemesiyle yerinden kalktı. Hevesim, yüzüme nefretle baktıktan sonra:
“Yani şurada bir içki zevkimiz var. Onun da içine ettin be! O nerede bu nerede? Nereye bıraktıysan oradadır. Sana bir şey itiraf edeyim mi? İyi ki kurtulduk senden ha! Senin yüzünden avare olduk. Böyle hayat mı olur anasını satayım?”
Utançla başımı eğecektim ki yüzümü çevirdiğim yerde çok manidar bir yüz gördüm. Çekimser bakışlarını önüne eğdi. Gözden uzak bir masaya oturdu. Arkamı döndüğümde yüzümün hizasında bir tabure tehditkârca sallanıyordu. Üç-beş el mümkün olduğunca tabureyi tutmaya çalıştı.
Öfkem, kudurmuşçasına üstüme atıldı. İlk yediğim yumrukla, çenemden gelen kemik sesi iniltime karıştı. Yere yığıldım. Etraf bulanmaya başlamadan önce bir darbe de burnuma yedim. Ardından öfkem diziyle göğsüme bastırdı.
“Sen. Sen var ya hepimize ihanet ettin! Ne farkın kaldı her gün isyan ettiğin Tanrı’dan?” Kafamı yan tarafa çevirip ağzıma dolan kanı boşalttım. Beceriksiz girişimimle bu defa da yanağım kana bulandı. Öksürdüm. Yüzüme doğrulttuğu işaret parmağına bakarak;
“Yanılıyorsun. Ben sizi kendimden kurtardım. Kirlenmeye neden bu kadar meraklısınız?”
“O halde neden döndün?” diye araya girdi ümidim. İçimden ona sarılmak geldi. İlk onu çıkarmıştım hayatımdan. İnsan bir barda kendi duyguları tarafından hırpalanınca en çok ümidine ihtiyaç duyuyordu demek ki. Öfkem üzerimden kalktı. Yavaşça doğruldum. Başım fena zonkluyordu. Ümidimin sorusu havada kalmıştı. Cevabını bilmiyordum. Sadece hissettiğim şuydu; dümdüz olmak istiyordum. Ovalardaki tarlalar gibi. Nadasa bırakılmak, hiçbir duyguyu hissetmemek, yanımda taşımamak… Tüm duygularım art arda mekândan çıktılar. Orada başım ellerimin arasında ne kadar oturdum hatırlamıyorum. İşe yaramazlığımı bulmalıydım çünkü duygularımı iyice eskitmeden kovamazdım.
Omzuma dokunan eli tanıyordum. Yanıma oturdu. Uzattığı sigarayı yaktım. Hiç tanıdık gelmemişti. Güzel bir kadın suretindeydi.
“Her şey eskir ve eskiyen her neyse geride tortu bırakır. Bu yüzden kimileri duygulara ve hislere elini atmak istemez. Bulaşırlar çünkü. En çok da onlar eskidiğinden, yeşerme isteğiyle her yerde karşımıza çıkarlar. Bir o kadar insan da dokunmak için yanıp tutuşur.”
“Sen kimsin? Yani hangi duygum?”
“Ben az önce doğdum. İlla isim vermek istersen “pişmanlık” diyebilirsin.
“Karamsarlık diye tahmin etmiştim.”
“Özlem de.”
“Galiba düz adam olmam imkânsız.” Arka cebini yokladı ve çıkardığı kelepçenin halkalarına önce kendi bileğini sonra benimkini geçirerek kilitledi. Soran gözlerle yüzüne baktım.
“Ne olursan ol, neye inanırsan inan pişmanlık yanından ayrılmaz.”
Kelepçenin üzerini pişmanlığımın hırkasıyla örtüp yürümeye başladık. Pişmanlığımla güzel bir ikili olmuştuk. Tam karşımızdan işe yaramazlığım geldi. Yola çıkarken aldığımız valizi getirmişti. Tek kelime dahi etmeden uzaklaştı. İnsanların, duyguların, seslerin arasında küçüldü. Yok oldu. İşe yaramıştı.