Tren büyük bir gürültüyle istasyona yanaştı. Demir gövdesinin horultusu banklarda uyuyan yalnız yolcuların irkilerek uyanmasına neden oldu. İnsanlar ellerinde bavullar ve irili ufaklı torbalarla bu demir canavarın karnına doluşmaya başladılar. Ben de aralarındaydım. İki demir basamağı çıkıp kompartımana doğru ilerledim. Hiç yüküm yoktu. Yerime kurulup başımı cama yasaldım. Trenin kalkmasına nereden baksan iki sigaralık zaman vardı. İçmediğime pişman olup uykuya daldım. 


Gözümü açtığımda artık başka bir memleketteydim. Tren, rayların üzerinde güneşten sırtı kavrulan siyah bir yılan gibi tıslayarak ilerliyordu. Karşımda bir kadın, gözlerini gözlerime dikmiş, dudaklarının kıvrımında ince bir tebessümle beni izliyordu. Hemen doğrulup üstümü başımı düzelttim. Başımı hafifçe eğip selamladım bu yabancı yol arkadaşımı. Yüzü kar gibi ışıldayan bir beyazlığa sahipti. Siyah saçları, kırmızı ruju, kırmızı atkısı, beyaz mantosu ve büyüleyici bakışlarıyla insanın dilini damağını kurutan bir güzelliği vardı. 


"Çok güzel uyuyordunuz. Umarım ben rahatsız etmemişimdir sizi.” dedi. Sesi başka bir evrenden geliyordu sanki. 


"Ah, hayır. Yeterince uyumuşum zaten. Umarım ben sizi rahatsız etmemişimdir." dedim. Sesim titremişti. Zaten böylesi bir güzelliğin karşısında bülbül gibi şakıyamazdı kimse.


Güldü. Ne şiddetli bir kahkaha ne de samimiyetsiz bir kikirdemeydi bu gülüş. Kendisi gibi güzel, asil ve zarifti. 


"Neden güldünüz, anlamadım." diye sordum. 


Yüzüne düşen bir tutam saçını eliyle yüzünün yanına savurdu.


"Uyurken beni nasıl rahatsız edebilirsiniz? Buna güldüm. İnsanın en savunmasız, en masum olduğu zaman uyuduğu an değil midir? Mesela azılı bir katil olsanız ya da içi saf kötülükle dolmuş bir sahtekar, uyurken bana ne yapabilirsiniz ki?"


Cektimin iç cebinden tabakamı çıkarıp ona sigara ikram ettim. Bir tane alıp dudaklarına yerleştirirken, bir bacağını diğerinin üzerine atıp arkasına yaslandı. Uzanıp sigarasını yaktım. Ardından kendi sigaramı yakıp sorusunu cevapladım.


"Normal şartlarda söylediğiniz doğru. Uyku insanın en zararsız, en masum olduğu an. Ancak bazı insanlar öyle saf bir kötülüğe sahiptirler ki uykularında bile fenalık düşünebilirler. Bazı insanların en masum hâli bile öyle fenadır ki kötülüğün boyutlarını aşan kirli düşlerle uyurlar. Rüyalarında dahi karanlık planlar kurup uyandıkları an bu planları uygulamaya koyarlar. Bu eylem uyanıkken gerçekleşse bile kötülük uykuda başlamıştır. Nadir de olsa böyle insanlar var malesef."


Kadın yüzünde kırılgan bir ifadeyle sigarasının külünü kompartımanın teneke küllüğüne döktü. 


"Sizi üzmek istemedim. Sadece gereksiz bir gerçekçilikti tavrım. Umarım yanlış anlaşılmamışımdır."


Yüzündeki kırılganlık tekrar tebessüme dönüştü.

Tanrım! Ne güzeldi. 


"Anladığım kadarıyla bu gerçekçilik sizi mutsuz bir insana dönüştürmüş. Nitekim yüzünüzdeki çizgiler ve söyledikleriniz gerçeklikten ziyade bir mutsuzluk, insanlığa dair derin bir umutsuzluk barındırıyor. Halbuki gözlerinizdeki ışık dokunacağınız ilk mutluluk anında yeniden parıldayıp göz alacak gibi." dedi. Dumanla dolan kompartımanın içinde sisli bakışları hâlâ aydınlıktı.


"İltifat mı ettiniz, yaramı mı deştiniz, bilemedim. Ancak insanlığa dair umudumun kalmadığı doğrudur. İnsanlığıma dair de umudum kalmadı. Kendimi artık yetişkin bir insan gibi değil de ölümü bekleyen, yaşamaktan sıkılmış, yaşlı ve mutsuz bir kuş gibi hissediyorum. Tek tesellim özgürlüğüm. Şu an bu trenin gittiği yeri dahi bilmiyorum. Bilmemenin ve düşünmemenin özgürlüğü ile bir kuş gibi dolanıyorum bu dünyada. Özgür ama mutsuz bir kuş. Belki bir kafeste olsaydım mutlu olabilirdim. Ait olduğum bir kafes, aynı zamanda bana ait olan bir kafestir. Beni mutsuz ve insanlığa dair umutsuz hâle getiren şey de bu sahipsizlik oldu sanırım. İçine sığındığım bir tel oda için kanatlarımı yakardım ama kimse beni yakalamak istemedi."


Bu sözlerimin ardından uzunca bir sessizlik oldu. Yeni sigaralar yaktık. Bir istasyon daha geçtik. Konunun bir kısmını ciğerlerimize çekip bir kısmını küllüğe döktük. Bir kısmını raylara, bir kısmını hemen yanımızda akıp giden manzaralara bıraktık. Suskunluktan yorulduğumuz anda birbirimize bakıp gülümsedik. 


Ayağa kalktı. Üstünü başını düzeltip çantasını koluna geçirdi. Gözlerini gözlerime dikti.


"Ben burada inmek mecburiyetindeyim Nazım Bey. Güzel sohbetiniz, duygularınızın tatlı tarifleri ve bu kısa ama anlamlı bakışlarınız için teşekkür ederim. Dilerim tekrar görüşebiliriz. Hoşça kalın.” dedi. Bakışlarını camdan dışarıya çevirip ışıksız şehrin uykusunu aydınlattı.


Göğsümün tam orta yerinden bedenimin her yanına yayılan bir soğukluk ruhumu ezdi. Birbirimize isimlerimizi sormamıştık. Sesinden dökülen zavallı ismim öylece asılı kaldı kulaklarımda.


"Ama..." dedim.

"Ama size ismimi söylememiştim. Evet, eminim. Söylememiştim. Siz de isminizi söylemediniz. Yoksa beni tanıyor musunuz? İsmimi nereden biliyorsunuz?"


Son kez gözlerime bakıp gitti. Oturduğum yerden kalkamadım. Gözlerim, gidişinin ardından kapanan kapıya öylece dalıp kaldı. Saatlerce izledim o kapıyı. Kapı gözlerimden silinene kadar izledim. Şehirlerin ışıkları yeniden sönene kadar oturdum öylece. Onun kafesinde kanatsız bir kuş olmayı düşledim. 


Bu düşlerin içinde rüzgârın uğultusuna kapılmış bir kuru yaprak gibi savrulurken zaman akıp gitti. Tren yavaşladı. Tren durdu. Bir el değdi omzuma. 


"Beyefendi," dedi elin sahibi, "tren kalkmak üzere. Binmeyecek misiniz?"


Elimdeki sigara yere düştü. Başımı kaldırıp trenin kükreyen gövdesine baktım. Bir demir kafesti tren. Oturduğum banktan kalkıp ona doğru yürüdüm.