Uzun, soğuk, karanlık bir kış gecesi… Gökyüzünde salınan bulutlar, arada bir görünmekte olan yıldızlar, etrafında ışıktan bir taçla parıldayan Ay ve nadiren de olsa havada dans eden büyülü ışıklar var. Uzaklardan toprakla buluşan yağmurun kokusu geliyor ve rüzgâr o yağmuru size doğru getirmekte. Ormanda Ay’ı kovalayan kurtların ulumaları yükseliyor. Yanı başınızda belki kıyıya vuran dalgaların sesi, belki içinizi ısıtan ateşin çıtırtısı, belki durgun bir göl kıyısı var. Nerede olursanız olun değişmeyen tek şey; etrafa yayılmış, ciğerlerinize çekebildiğiniz, kemiklerinizde hissettiğiniz o mistik hava. Belki de büyünün ta kendisi…


Herkes pür dikkat, göz kapaklarının ardında söyleyeceklerini toparlamaya çalışan masalcıyı bekliyor. Bu gece hangi hikayeyi dinleyeceğinizi bilmiyorsunuz. Belki sizin için yeni ancak bir başkası için tanıdık, belki sizin kendinizi bulduğunuz ama bir başkasının kendisini kaybettiği bir hikaye olacak. Önemli değil. Çünkü anlatılacak hikaye ne olursa olsun içinize işleyeceğini, size ilham vereceğini, ruhunuzda bir iz bırakacağını biliyorsunuz.


İskandinav mitolojisi antik bir gelenekten gelir. Ateş başında muhtemelen az önce anlattığım gibi gizemli ve büyülü bir atmosferde kulaktan kulağa taşınmış, kelimenin en saf ve ilkel haliyle o bitmek bilmez gecelerde yankılanan hikayelerden oluşmuştur. Belirsizliğinin ve kafa karıştırıcılığının bir kısmı da buradan gelir. Bu mitolojinin sahibi toplum hikayelerin gücünü asla yadsımaz. Bu yüzdendir ki tanrıların bile karşı koyamayacağı tek güç olarak 'Kader’i seçmişlerdir. Ve Kader zamanın başlangıcından sonuna dek anlatılmakta olan bir hikayeden başka bir şey değildir. Bu hikaye öyle güçlü, öyle kesindir ki yazıldığı dilde tesadüf anlamına gelen bir kelime dahi bulunmaz. Çünkü yolun sonu daha başlangıcında bellidir ve hiçbir şey rastlantı sonucu olamaz.


Her hikayenin temelinde ortak bir şey vardır. O da maceranın ta kendisidir. Her yeni yolculuk, her yeni savaş, hayatta kalmak için mücadele edilen her yeni gün bir başka maceradır. Bu maceraya çıkıp Kader’in size sunduğu hikayeyi hakkını vererek yaşamak da sizin yegane görevinizdir.


Bu mitolojiyi ortaya çıkaran; varoluşsal sorulara cevap bulmak ya da daha güzel bir dünya hayal etmek, daha doğrusu umut satmak için anlatılan hikayeler değildir. İçinde yaşadığımız dünyayı olduğu gibi kabul etmek ve kendimizi ait hissedebileceğimiz bir anlam bulmak için anlatılan hikayelerdir. Bu dünyadaki acılardan soyunup mükemmel bir cennete gitmektense, dünyayı olduğu gibi kabul edip o acılarla korkusuzca savaşmayı tembihleyen, size kim olduğunuzu değil de kim olabileceğinizi anlatanlardır. Bu hikayeler doğduğu kayalık, buz tutmuş, sert toprakların etkisiyle anı kurtarmak zorunda olan, dürtüsel bir toplumun yansımasıdır. Kader’e yani hikayenize boyun eğmemek kutsal güçlere bir hakarettir. Kaderiniz onurunuzdur ve göreviniz o kadere layık olabilmek için her türlü çabayı göstermektir. Bütün bunlarsa kendinizi tanımak, kabul etmek ve olduğu gibi yansıtmaktan geçer.


Bu coğrafya sizden hayatta kalabilmeniz için doğuştan bir savaşçı olmanızı talep eder. Topraklar verimsiz ve kuraktır. Kayalıklar ve buzullar, aşılmaz tehlikeli sular ufka doğru uzanır. Güneş ne kadar sıcak ve bereketli olsa da gücünü azar azar lütfeder. Fırtınalar beraberlerinde yağmuru ve dolayısıyla verimi getirse de yıkıcıdır. Böylece doğadan öğrendiğiniz ilk şey güçlü olanın hayatta kalacağı olur. Bu güç kelimenin en saf anlamını ifade eder. Sözlerle, şiirle, büyüyle bütünleşmiştir. Bu nedenle güçlü, her zaman fiziksel olarak üstün olan değil doğasını tüm çıplaklığıyla gözler önüne serebilen ve bunu kutsallaştırmayı başarandır.


Hikayeler ormanın derinliklerinde, ağaçların etrafında dolaşır, doğayı kutsar, burada sahnelenir. Topraktan doğan, suya kök veren ve dallarını Güneş’e uzatan ağaç doğayı meydana getiren üç şeyi birleştirerek evrenin bir arada duruşunu yansıtır. Tüm bilginin kaynağı, tüm kaderin barınağı, tüm yaşamları var eden de bu nedenle kozmosun kalbinde yatan bir ağaç olmalıdır. Köklerinde dokuz diyarın bulunduğu, dalları dünyanın zirvesine uzanan bir ağaç… Ve her şeyi yerinde tutan bu kutsal ağaca rağmen evrende hiçbir şey sabit değildir. Nehirler taşar, kurtlar Ay’ı ve Güneş’i kovalar, ağacın dallarına tüneyen kartalların kanat çırpışları rüzgarları doğurur… Tüm evren karşı konulmaz bir biçimde gökkuşağının üzerinden geçerek ebediyete uzanan Ölüm Yolu’nda ilerlemektedir. Her şey korkunç bir kaosa teslim olmuş gibi görünse de mutlak ve mükemmel bir düzen içinde hareket eder. Bu yüzdendir ki bu kültür sürekli bir hareket, ilerleme talep eder. Durağanlığı asla kabul etmez. Var oluş muhafazaya değil sürekli içgüdüsel bir değişim olgusuyla, eyleme dayanır.


Kutsalı güç, günahı onursuzluk olan bu mitolojinin en etkileyici tarafıysa bunların hiçbiri değildir. Büyü bir sis bulutu gibi bu topraklara yayılmıştır. Aşk, cinsellik, verim büyüden gelir. Altın rengi tarlalar, kışa meydan okuyan ormanlar, aşılmaz denizler… Tüm korkunçluğuna ve yenilmezliğine karşı doğa muhteşem bir güzelliğe ve güce sahiptir. Böylece tüm güçlerin üzerindeki güç, büyü, doğanın kendisi olur. Ancak buna rağmen doğa tapınılan değil, tapınaktır. Bu da anlatılan hikayeleri aslında bir çağrıya dönüştürür. Sizi hep dışarı çıkmaya davet eden bir dindir bu. Yalnızca kapıyı açıp, bir adım atmaya değil; denizlerin ötesine gideceğiniz, uçsuz bucaksız bir yolculuğa davet eder. Ve işte bütün bu mitolojinin temelinde yatan gerçek büyü, sınır tanımazlığıdır.


Tüm bunlar bir araya geldiğinde İskandinav mitolojisi ne kadar teslimiyetçi görünse de bir mücadeleyi anlatır. Hayata karşı değil hayatın içinde olan bir mücadeleyi... Dünyayı değiştirmemizi istemek yerine attığımız her adımda bu dünyayı deneyimlememizi ister. Ancak yolun sonunda zamana eşlik ederek, bin yıllar boyu yankılanacak bir hikayenin parçası olup olmamak bizim seçimimizdir. Altında yaşadığımız gökyüzünde, üzerinde yürüdüğümüz toprakta, yağan yağmurda, batan güneşte, göğe uzanan ağaçlarda güzelliği bulmak bizim elimizdedir. Tıpkı korkunun egemenliğinde ördüğümüz duvarları, kendimizi korumak adına içine hapsolmayı tercih ettiğimiz hapishaneleri yıkmanın; kendi kendimize çizdiğimiz sınırları aşmanın bizim elimizde olması gibi…


İşte bizi cezbeden de doğasını olduğu gibi kabullenen, bu vahşi, sert ancak korkusuz toplumun hikayeleridir. Günümüzde ruhu dört duvara sıkışmış, kendisi için değil başkaları için yaşayan ve hatta kendi benliğini tamamen yok etmesi istenilen, olmayan sınırlar arasında boğulmaya başlayan insanların ruhunda hissettiği çağrıdır. Bu çağrı, Kader’in çizdiği yolu en iyi şekilde yürümeyi değil o yolda sürüklenmeyi kabullenmişlerin çığlığına bir cevaptır. Ve tek yapmamız gereken bu çağrıyı dinlemek, başımızı kaldırıp gökyüzüne bakmak; doğayı izlemek, dinlemek, hissetmektir. Bize çizilen, kendimize çizdiğimiz sınırları tanımamaktır. Belki de bu mitolojiden öğrenmemiz gereken şey kelimelerin, kaderin gücüdür. Başımızdan geçecek hikaye ne olursa olsun birinin içine işlesin, ona ilham versin, ruhunda iz bıraksın diye; pes etmeden, cesurca ve sınır tanımayarak yaşamaktır.