hayatında ilk defa bir tabureye tekme atacaktı. hem de üstünde kendisi varken... tabure aldığı darbeyle devrilirken kalın boyun derisinin altından gelecek kırılma sesinin kendi tabiriyle "göt metrekare" odasında yankılanmasından çok, üzerinde biri varken bir tabureye tekme atma hissini merak ediyordu. biraz sonra bu hissi son hücresine kadar yaşadı. çok kısa bir an hissettiği boynunun kırılma acısını da ardından yaşadı. çok kısa bir an pişman oldu. çünkü o kadarcık bir zamanı kalmıştı. ölürken dünyada olduğu son şey pişmanlıktı. kendini öldürmenin değil, kısa bir an bile olsa acılı bir ölüm seçmiş olmanın pişmanlığıydı bu. bedeni boşlukta ileri geri kasılırken göz kapakları kapanıncaya kadar tüm pişmanlıklarını da aldı yanına. yaşanmayı bekleyen bir hayatın tek pişmanlığı yaşayamamak olmalıydı oysa. ama onun için yaşayamamak pişmanlığı diye bir şey pişmanlık yoktu. dünya üzerinde gerçekten yaşamış sayılmanın mümkün olmadığını anlamıştı kendince. ve kendince, yaşayamamayı koymuştu aklına. bu yaşayamamak, az önce devrilen bir tabureden geçiyordu. son isteği her şey olup bittikten sonra ruhundan geriye kalan şeyin boşlukta sallanan bedenine bakmadan odadan siktir olup gitmesiydi.. bu yüzden hayatının ilk ve son duasını bu şekilde etmişti: "allah’ım lütfen hiçbir şey görmeden siktir olup geleyim yanına." 


"bir şey gördü mü bilinmez ama siktir olup gittiği kesindi."


bu, önündeki deftere yazdığı son cümleydi. önündeki masanın hemen ardında duran tabureye çıkıp siktir olup gitmeden önce kendi intiharını yazmak istemişti. yine. yeni. yeniden. son bir haftadır yaptığı gibi. tabureye çıkıp merakını giderecek o tekmeyi atmaya cesareti olup olmadığını anlamak için yazıyordu. her yarım kalan yazı, ardında gerçekleştirilmeyi bekleyen bir intihar bırakıyordu. ve farkındaydı, biriken intiharlarının. bazı günler, "bu kadar ölüme nasıl yetişeceğim?" korkusu sarıyordu içini. fakat kendisi de biliyordu tekmeyle gelen aciz bir ölümden daha canlı bir ceset olduğunu. bir süre yazmaya ara verip kendini hayatın akışına bırakırsa yarım kalan yazılar kadar gün sonunda ölümleri eşitlemiş olacaktı. yine de bunu istemiyordu. toplayabildiği kadar ölüm biriktirmek istiyordu. otuz yaşındaydı, yarım kalan yazılarından ve biriken kira borcundan başka bir şeyi yoktu. olsun istiyordu, tabure devrilirken ardında bıraktığından emin olduğu birkaç şeyi olsun. belki de bu yüzden hala hayattaydı, belki de bu yüzden her ölümü düşündüğünde en sevdiği şarkıları dinliyordu. 


"bir gün, en sevdiği şarkının ardından evin içinde bir ses yankılandı. bir şeyler devriliyordu ve dışarıda yağmur yağıyordu. odanın ortasında boynunda urgan ile seksen beş kiloluk bir beden duvardaki resme doğru gidip geliyordu. tam on yedi saat sonra telefonunda üç cevapsız arama, kapının önünde yüzünü tam hatırlayamadığı bir ağabey ve çilingirci kadın vardı. tavanda sallanan bedeni ilk gören ağabey oldu fakat tepki çilingirci kadından geldi. kadının çığlığı önce odanın duvarlarına çarptı, oradan tüm binayı dolaşıp kendisini sokağa attı. iki dakika sonra aklının bir köşesinde alamadığı kirası bulunan ev sahibi donuk bakışlarla olanı biteni izliyordu. tüm bunlar bittikten sonraki kiracısı için evin kirasında indirim yapması gerekecekti. üç dakika sonra da tüm mahalle seyirlik bir ölüme tanıklık etmek için oradaydı. ağabey, duvarda kendisinin de içinde olduğu aile resmine, kapıya yığılan kalabalık ise ölümün nasıl göründüğüne bakıyorlardı."


gözleri daldığı kalabalıktan kurtulduğunda taburenin üzerinde dikiliyordu. bir ara gözü pencereye takıldı. perdeye öylece olduğu yerden baktı, güneş yerini almak üzereydi. ne yağmur vardı görünürde ne de onu merak edip bakmaya gelecek bir ağabey. ev sahibini düşündü, sinirlendi. "orospu çocuğu, dedi. hala kira peşinde." boynundaki urganı çıkarıp az önce üzerinde dikildiği tabureye oturdu. duvardaki resme baktı. üç yaşındaki kendisinden utandı. beş yaşındaki ağabeyine sevindi. çünkü o resme konu olan fotoğraftan üç gün sonra ölmüştü ağabeyi. kıskandı. ölümün adam seçtiğini düşündü. babası hep, senden adam olmaz, derdi. belki de bu yüzden ölüm beni teğet geçti, diye düşünürdü. bir ailenin hayatta kalan son üyesi evin küçük oğlu olmamalıydı ona göre. bir süre sonra kalktı tabureden. düşüncelerini de alıp odasına geçti. yatağa uzandı. üzerini örtmedi. gözleri kapalı kalmamakta ısrar edince kalktı. tekrar salona geçti. cebindeki kalemi masaya bırakıp odasına döndü. artık düşünceleri içeride masanın üzerinde duruyordu. yatağa uzandı. üzerini örttü. bir daha uyanmamayı diledi. gözleri kendiliğinden kapandı. 


ertesi gün sabaha karşı uyandı. yataktan çıkmadan salondan gelen sesi duydu. zihni oyun oynuyordu, rüya gördüğünü sandı. ağır adımlarla salona geçti. masada biri oturuyordu ve elindeki kalemi masaya vuruyordu. göz göze geldiler, masadaki güldü. kalemi masaya bıraktı. "ben, acıktım" dedi. bu kez elinde çatal vardı. ayaktaki, masaya yaklaştı; karşısındaki en fazla beş yaşındaydı. kafasını kaldırıp masanın üzerinden duvardaki resme baktı. ağabeyi hem duvarda hem de karşısındaydı. ama aralarında yirmi yedi yaş vardı. her sabah karşılıklı kahvaltı yaptığı duvar resmindeki ağabeyini ilk görüşte tanıyamamıştı. çünkü hayatında utandığı iki şey vardı: biri yaşayamamak, diğeri de ağabeyinin yüzüne bakmak. ömrü boyunca ikisini de yapamamıştı. bu yüzden babasının yüzü çakıyla kazınmıştı aklına, bu yüzden annesinin yüzünü unutmamak için saatlerce en çok ona bakardı. babasından utanmayı bilmiyordu. annesini özlemeyi de öyle. masanın başına geldi, baktı. ağabeyi tekrarladı,

"ben, acıktım." bir adım geri attı. istemsiz.


"dolapta yiyecek bir şey yok. bira var." dedi.


"bekir, ben acıktım!" diye yineledi ağabey. 


"bana öyle seslenme. ben o değilim. en azından uzun zamandır."


bekir, ağabeyine arkasını dönüp mutfağa yöneldi. iki dakika sonra döndüğünde elinde bir parça ekmek ve bira vardı. ekmeğin üzerine salça sürmüştü. biranın yanında bir şey yoktu. ekmek, üç yaşındaki ağabeyi, bira kendisi içindi. salona geçti. ağabeyinin olması gereken yerde babası oturuyordu. birayı ters çevirip sıkıca kavradı. babası konuşmasa bir dakika sonra şişeyi kafasında kıracaktı.


"birayı bana mı getirdin?" dedi babası. sırıtıyordu. oğluna, adam olamayacağını söylediği günlerdeki gibi sırıtıyordu.


"hayır, dedi. sana bir bok getirmedim." 


masaya geçip karşısına oturdu. ekmekten bir ısırık aldı, biradan da bir yudum. gözlerini babasından ayırmıyordu. ağabeyini soracak oldu, vazgeçti. ekmeği bitirene kadar sustu. birayı da öyle. sonra kalktı, "sen bir şey istiyor musun?" dedi babasına. cevabını beklemeden ona da arkasını dönüp odasına gitti. annesini yatağını düzeltirken gördü. şaşırmadı. ağlamak istedi, ağladı. otuz yaşındaydı ve seksen beş kilogramdı. iri yapılı sayılırdı. ağlamak onun yapısında biri için çok zordu. ömrü boyunca annesine sarılmak ile birlikte en az yaptığı ikinci şeydi ağlamak. yine de umursamadı. ağladı. annesi yatağı toplayınca çıktı. oğlunun yanından geçti ama görmedi. belki de görmek istemedi. bekir de annesini durdurmadı zaten. arkasından bile bakmadı. ama salona geçip babasına baktı, orda değildi. mutfakta da kimse yoktu. tuvaletin kapısını tıklattı, orda da kimse yoktu. sadece salonun ortasında bir tabure ve onun üzerinde tavana asılı bir ip vardı. 


bir gün, bir akşam üzeri uyandı. gidip masadaki kalemi aldı ve cebine koydu. önceki geceden kalma, uzun zaman sonra tamamladığı ilk yazısını kesip defterin sayfalarını kapattı. notu da kalemin olduğu cebine koydu, tabureye çıktı. hala nefes alırken yazdığı son cümledeki gibi artık daha fazla ölüm biriktirmek istemiyordu. ölümleri eşitlemeye karar vermişti. ipi boynuna geçirip tabureye tekme attığını düşündü. kalın boynu kırılırken ruhundan geriye kalanın gördüğü son şey ağabeyiydi. gülüyordu. bekir de öyle.