İskelet Hayri'nin olmayan kalbi Gönül'e düştüğünde çok şaşırdım. "Hayri," dedim, "sen iskeletsin, akla abes bir kere, senin doğana ters". Nuh dedi, peygamber demedi. "Ona bakarsan ses tellerim de yok ama konuşuyorum, beynim de yok ama düşünüyorum." dedi. Beyni olup da düşünemeyen insanları getirince gözümün önüne, ona hak verdim. İki cümleyi yan yana koyarken bile anlatım bozukluğu yapan insanların yanında Hayri gerçekten üniversite profesörü gibi kalırdı. Gönül'ü de tanıyordum, üniversitede aynı sınıftaydık. Gerçekten dünyalar güzeli bir kadındı. Fakat iki yaka bir araya gelse bile Gönül, İskelet Hayri'ye bakmazdı. Bir kere Gönül BMW severdi. Gucci ve Prada, dolgun cüzdan, prestijli bir iş... Hayri‘de bunların hiçbiri yoktu. Kaldı ki Hayri, adı üstünde bir iskeletti. Ne biyolojik olarak ne fizyolojik ne de sınıfsal olarak bir birliktelik söz konusu olamazdı. "Abi," dedi Cemil Topuz Yokuşu'nu ağır ağır çıkarken, "sen bir konuşsan, ağzını arasan. Şöyle bir arkadaşım var, senden çok hoşlanıyor, ikinizi bir araya getireyim desen. Olmaz mı?"


"Sence olur mu Hayri? Madem düşünebildiğini iddia ediyorsun, biraz kafanı çalıştırsana lan! Nasıl olacak? Ne diyeceğim kıza? Benim bir arkadaşım var. Fakat ne bir derisi var ne de iç organları. Bildiğin dümdüz iskelet. Hani şu fen laboratuvarlarındaki plastik iskeletler var ya, hah, işte aynen öyle. Seni benim İnstagram profilimden görmüş. Çok hoşlanmış. Tanışmak istiyormuş eğer sen de müsaitsen. Kulağa nasıl geliyor Hayri? Kız onunla dalga geçtiğimi düşünür. Bunu hangi kadına söylesen aynı şeyi düşünür." 


Hayri'nin kafası öne düştü. Bu sırada karşımızdan gelen bir çift Hayri'yi görünce önce donakaldı. Sonra besmele çeke çeke arkalarını dönüp koşmaya başladı. Bu olay Hayri'yi daha da üzdü. Elbette bunu ilk defa yaşamıyorduk. Hayri'yi hiçbir dükkan içeri almıyordu. Onu görenler ya korkudan düşüp bayılıyor ya da az önceki bebeler gibi topuklarına vura vura kaçıyorlardı. Şu koskoca dünyada benden başka arkadaşı yoktu. Halbuki pırlanta gibi bir adamdı. Karıncayı bile incitmekten çekinir, üzerine bir kuş konduğu zaman onu rahatsız etmemek adına hareketsiz dururdu. Onu görünce ağızlarının suyu akmaya başlayan köpeklere bir hoşt bile demezdi. Kalbi yoktu fakat duyguları vardı. Beyni yoktu ama mantığı vardı. Sonunda o mantığı biraz olsun çalıştırarak "Haklısın abi, olmaz öyle." dedi. Nihayet yokuşu tırmandıktan sonra "Sen yoluna bak, ben bir mezarlığa uğrayacağım. Sonra yetişirim sana." dedi. Son zamanlarda kendi mezarına gidiyordu sık sık. Orada ne bulmayı umduğunu Allah bilir. Belki kim olduğuna dair bir emare, belki de ne olduğunu hatırlatan bir simge… Kendine dair bütün bildiği, adından ve soyadından ibaretti. Bir de doğum tarihi ile ölüm tarihi. O da mezar taşında yazıyordu. 


Hayri ile vedalaştıktan sonra Abbasağa Parkı'nın girişindeki tekelden iki bira alıp parka girdim. Uzunca bir süre kendime oturacak bir yer aradım. Zamanında direniş forumlarının yapıldığı amfi tiyatro, kendini bilmez bir sürü sarhoşla dolup taşmıştı ve fazla gürültülüydü. Koşu yolunun yanındaki banklar da gözden uzak bir yerde sevişmek isteyen çiftler tarafından işgal edilmişti. Karanlıkta kendime oturacak bir yer ararken gözüm parkın sonundaki banklardan birine takıldı. Biri, tek başına karanlıkta oturuyordu. Başta oturanın kadın mı, erkek mi olduğunu anlayamadım. Yaklaştıkça da fark ettim ki oturan kişi Hayri gibi bir iskelet. Adımlarımı hızlandırarak iskeletin yanına vardım. "Affedersiniz," dedim olabilecek en kibar biçimde, "rahatsızlık vermeyeceksem size eşlik edebilir miyim?" Boş göz çukurlarını okumakta uzmanlaştığım için iskeletin ne kadar şaşırdığını tahmin edebiliyordum. Belki de ilk defa bir insan besmele çekip yüzüne tükürmeden, hakaret edip kaçmadan onunla bu kadar medeni konuşmuştu. "Tab.. tabii, buyurun lütfen." dedi bankta bana yer açarak. Sesin sahibi bir kadındı. İçimi inanılmaz bir mutluluk kapladı. Sonunda Hayri'ye bir kısmet bulmanın verdiği coşkuyla kadının adını sordum. İsmi Sibel'di. O da Hayri gibi hayatına dair hiçbir şey hatırlamıyordu. En az onun kadar iyi ve kibardı. Kader dediğin böyle tezahür ediyordu demek. Sen bütün umutlarını tüketene dek bekliyor ve tam her şey bitti derken "Hayır kardeşim. her şey daha yeni başlıyor." diyordu. 


"Sibel," dedim ikinci biramın sonunda doğru gelirken, "beni burada bekle. Sakın bir yere ayrılma. Ben bir arkadaşımı alıp geleceğim. Eminim çok iyi anlaşacaksınız." Öyle bir hışımla parktan çıktım ki Sibel'in verdiği cevabı bile duymadım. Hemen Barbaros Caddesi'ne inip bir taksi çevirdim. Hayri'yi hiçbir taksinin almayacağını, bu yüzden de bu cadde üzerinden Zincirlikuyu Mezarlığı'na yürüyerek gitmek zorunda olduğumu bilerek taksiciye "Abi," dedim "biraz yavaş sür, bir arkadaşımı arıyorum. Bu cadde üzerinde bir yerde." Bu taksicilerdeki görev bilincine gerçekten hayrandım. Adam lafımı ikiletmeden vites düşürüp sağa yanaştı. Usul usul giderken Hayri'yi Yıldız Teknik Üniversitesinin girişinde yakaladım. Taksiyi durdurup taksiciye parayı uzattım. Para üstünü almadan indim taksiden. "Hayriii!" diye bağırdım arkasından. Oralı olmadan yürümeye devam etti. "Lan Hayri! Dursana!" diye yineledim kendimi. Durup arkasını döndü. "Abi," dedi "sen parkta içmeyecek miydin?" 


"Hayri, kadere inanır mısın?" diye sordum heyecan içinde. "Abi kusura bakma da kaderin taa.." diye uzunca bir küfüre başlayacak oldu ki elimle ağzını kapatarak "Sus," dedim "hemen benimle geliyorsun." Ben önde, Hayri arkada, parka doğru yürümeye başladık. Ben heyecandan yerimde duramıyorken Hayri'nin üzerinde kara bulutlar dolanıyordu. Biraz sonra az önce Sibel'le oturduğumuz bankı görüyorduk. Hâlâ bıraktığım yerde oturuyordu. Hayri, hayretler içinde bir bana bir Sibel'e bakıyordu. Aynı durum Sibel için de geçerliydi. Dünya o kadar tuhaf ve sürprizlerle dolu bir yerdi ki ölüleri bile diriltebiliyordu. Havadaki büyüyü hissedebiliyordum. Şaşkınlıklar, elini kolunu nereye koyacağını bilememeler, söze bir türlü girememeler... İkisinin de üzerine çocuksu bir aptallık sinmişti. Hayri'nin kolundan tutup Sibel'in yanına oturttum. Bundan sonrası onların kendi arasındaydı. İkisine de iyi geceler dileyip parkın çıkışına doğru yürürken içimde görevini başarıyla yerine getirmiş bir asker gururu vardı. Tekelden iki bira daha aldım. Sonra da sahile doğru yürümeye başladım. 


Ertesi gün öğleden sonra tam okula gitmek için evden çıkacakken Hayri geldi. "Abi," dedi biraz utanarak, "anahtarı bana bırakabilir misin? Bir saate Sibel gelecek de film izleyeceğiz." Gülmemek için kendimi zor tutarak "Buyur, keyfinize bakın." dedim. Artık film mi izlerler, birbirlerinin kemiklerini mi sayarlar, orası onların bileceği iş.