Otogarın iç kısmına doğru yürüdükçe, rüzgar daha keskin hissediliyordu. Elinde sürüklediği iki valizi ile esintiye meydan okurcasına olduğu yerde durdu. Evden çıkmadan önce boynuna doladığı atkıyı, bir hışımla çıkartıp omzunda bulunan kol çantasının içine tıkıştırdı. Artık atkı uçuşup gözünü kapatmıyor ve önünü rahatlıkla görebiliyordu. İki valizini, büyük bir gürültüyle sürükleyerek tekrar yürümeye devam etti. On numaralı perona geldiğinde durdu. Otobüsün üzerinde yazan firmayı kontrol edip, muavine valizlerini teslim etti. Hareket saatine on dakikadan az kalmıştı fakat yine de içeride oturup beklemek istemiyordu. Kot pantolonunun ön cebinden henüz taksitleri bitmemiş olan son model telefonunu çıkardı ve acil durum numaralarında en üst sırada olan, ablasını aradı. Saat telefonun açılması için çok geçti. Bu yüzden kısa bir ses kaydı bıraktı.

‘‘İstanbul’a gidiyorum. Telefonumu kapatacağım ve uzun süre de açmayı düşünmüyorum. Yeğenlerimi benim için öp. Bir de…Hoşça kal.’’

Bazıları veda etmenin acısını o an yaşayıp kurtulurlardı bazıları ise erteleyip kavuşana kadar bu acıyı çekerlerdi. O ikinci taraftaydı. Onun için veda anı bu kadar basit ve pürüzsüzdü. Sonrasında yaşayacağı özlem ise akşamın bir saati yalnız içtiği bir kadeh şaraba dönüşecekti. Tüm bunların bilincinde, muavinin arkasından otobüse bindi. Ön taraflarda, cam kenarı bir tekli koltuğa oturdu. Özellikle bu koltuğu seçmişti. Kimse onu rahatsız etmesin, dağlar, yollar, ışıklar görünsün, koltuk tam tekerleğin üstüne gelmesin ki midesi bulanmasın… Tek bir koltuk için yaptığı bu seçiciliği, bugüne kadar hayatında almış olduğu kararlar ve insanlar için yapmadı. Bu yüzden bu yolculuğu kendine şart gördü. Her hatanın çözüme ulaşması gerekmezdi. Bazen çözüm, yeni bir hata yapabilmek için çıktığın yolculuktu. Hayat döngüsünü üstümüzde böyle kuruyordu. O ise doğduğundan beri bu döngünün içerisinde olan bütün insanlara göz kırpıyordu. Bütün aşklarına, dostlarına, ailesine, evcil hayvanlarına hatta düşmanlarına bile. Böyle böyle, otuz yılını devirdi. Bu otuz yılın içerisinde hep denedi. Tek bir yerde yaşamayı, aynı işte kalmayı, kariyer yapmayı, yatırım yapmayı, evlenmeyi, çocuk yapmayı…fakat herkes sabit kalıp aynı yerde hep ileriye gidecek diye bir şart yoktu. Aynı ay içerisinde, eşinden boşandı, işinden ayrıldı ve tek yaşamaya başladığı yeni evinde depremler oldu, sular bastı, çığ kaydı, heyelanlar yuvarlandı başından aşağıya. Gitme zamanının geldiğini işte o anlarda anladı. Üniversiteyi okuduğu şehre geri dönüyordu. İstanbul’un kaosu nasıl olsa onu yutardı. Kalabalıkların içerisinde unutulmaya ve hiç kimse olmaya ihtiyacı vardı. Bu dilekle gözlerini kapattı ve başını cama yasladı. Biraz sonra, yerinden doğrulup kafasını yan tarafa doğru çevirdi. Muavin, elinde kocaman bir hediye paketiyle olduğu yerde dikilmiş kendisine bakıyordu. Bu nedir? diye sormasına kalmadan, muavin paketi kendisine doğru uzattı ve ‘‘Annenizden.’’ dedi. Telaşla hediye paketini eline aldı ve çabucak yırtıp açtı. Paketin içi uzunlamasına sürekli büyüyordu. Önce içinden çocukluk kıyafetleri çıktı. Daha sonra sırasıyla, lisede yazdığı aşk mektubunu, ablasına alınıp kendisine alınmayan o meşhur tuşlu telefonu, üniversite sınav sonuçlarını, ödediği ilk fatura kağıdını, odasına astığı posterlerini, yeğenlerine aldığı ilk hediyeyi ve evlendiğinde taktığı alyansını buldu. Şaşkınlıkla etrafına bakınmaya başlamıştı ki muavinin en başından beri orada onu izlediğini fark etti.

‘‘Hiç değişmemişsin.’’ dedi muavin yaklaşarak.

‘‘Beni nereden tanıyorsunuz?’’ diye sordu aceleyle.

‘‘Eski bir dostunum.’’ dedi muavin ve biraz daha yaklaştı.

‘‘Kıyafetlerin hala aynı.’’  

‘‘Nasıl yani? Siz değişimi, alınan kıyafetlere göre mi belirliyorsunuz? Değişim dediğiniz şey sadece başarıyla ve dış görünüşle mi alakalı olmalı?’’

Otobüste bulunan bütün yolcular bir anda başına üşüştü. Hepsi, muavine ve kendisine alaycı bakışlar attı. Güldüler, ağladılar, parmaklarını havaya kaldırıp kendisini gösterdiler. Muavin, yüzüne doğru eğilip ‘‘İspat et! Değiştiğini ispat et!’’ diye bağırdı. Onu duyan yolcular, hep bir ağızdan bağırdılar. ‘‘İspat! İspat!’’ Bunun üzerine, çantasından cüzdanını aldı ve kimliğini gösterdi. ‘‘Bu benim! Benim varlığımdan geçen süre, başlı başına değişimimdir ve bu sadece beni ilgilendirir. Başarısızlık, en az başarı kadar önemlidir ve yine sadece beni ilgilendirir.’’ dedi bağırarak. Ses tellerinin acıdığını hissediyordu. Kimseden cevap beklemeden, ayağa kalktı. Yolcuların arasından geçip kendine başka bir yer aramaya başladı. Gördüğü ilk boş koltuğa oturur oturmaz, otobüsteki bütün insanlar karanlıkta kayboldular. Biraz sonra, kulaklarına boğuk bir ses geldi. Odaklandıkça ses netleşmeye başladı.

‘‘Sayın yolcularımız. İstanbul’a varmış bulunmaktayız. Hepinize geçmiş olsun.’’

Terler içerisinde uyandı ve eliyle boynunu tuttuğunu fark etti. Yolcular, sırayla otobüsten inmeye başladı. Yalpalayarak ayağa kalktı ve yolculuğa çıkmadan önce annesinin mezarına uğramadığı için kendisini suçladı.