Gönlüme bir hasretin yangını düştü ansızın. Derin derin daldım düşünce deryasına. Beni böyle düşündüren; bir denizin dalgaları, bir gökyüzünün maviliği ve o gökyüzüyle yeryüzü arasında kalan yedi tepe bir şehir…


Orada geçen saatlerin, günlerin tadı da hatta yorgunluğu da bir başka. Gecelerin belki de hiç karanlığa boğulmadığı bir şehri seviyorum ben.


Tamam, kabul edelim zor bir şehir. Tamam, aşırı kalabalık bir şehir. Tamam, trafiği bunaltan, mesafeleri yoran hatta perişan eden bir şehir. Ama Boğaz’ı ayrı güzel, göğü ayrı. Gecesi ayrı güzel gündüzü ayrı. Kalabalığında bir ahenk var. Yalnızlığın en tuhafını yaşatan bir şehri seviyorum ben.


Eminönü’nden Cevizlibağ’a, Laleli’den Eminönü’ne yürüdüğüm zamanları da, Üsküdar sahilinde oturduğum zamanları da, vapura hem bindiğim hem vapurdan indiğim zamanları da, Kapalıçarşı’da çıkışı bulamadığım zamanları da Maslak’ta yediğim pilavı, Vezneciler’de yediğim böreği de Süleymaniye’de, Sultanahmet’te kıldığım namazı da ayrı seviyorum ben. Hatta Avcılar’da gezdiğim zamanları da ayrı seviyorum.


Öyle Yahya Kemal gibi parça parça değil, Çemberlitaş’ın aşağısına doğru uzayıp giden mahallelerini de Balat’ı, Fener’i de Suriçi’ni de dışını da dilencisini de çiçekçisini de Beyoğlu’nun en bilinmedik mahallelerini de ayrı seviyorum.


Ben bir “tepeden” değil; mahallelerin, çarşıların, sahillerin, yolların, evlerin, camilerin içinden, sokak satıcılarının yanından bakıyorum ve öyle seviyorum.


İstanbul’un her köşesi bende bir iz bırakıyor. Sabahın erken saatlerinde Beşiktaş’ın sokaklarında gezerken, simitçiden aldığım simidi, sahilde çayla birlikte yudumlamak bana bambaşka bir huzur veriyor. Ortaköy’de Boğaz’ın serin esintisini yüzümde hissetmek, sonra Rumeli Hisarı’na doğru yürüyüp tarihin izlerini takip etmek… Her adımda şehrin nefesini içime çekiyorum.


Kadıköy’ün renkli sokaklarında dolaşırken, Moda sahilinde güneşi batırmanın verdiği o tarifsiz his, adeta İstanbul’un beni kucakladığını hissettiriyor. Karaköy’deki kafelerde oturup tarihi dokunun modern yaşamla nasıl iç içe geçtiğine tanık oluyorum.


Bir gün Galata Kulesi’ne çıkıp İstanbul’a tepeden bakarken, bu şehrin büyüklüğü ve ihtişamı karşısında yeniden hayran kalıyorum. Ertesi gün, Balat’ın dar sokaklarında kaybolarak, eski İstanbul’un ruhunu yeniden keşfediyorum. Her köşe başında, her sokak aralığında yeni bir hikaye, yeni bir macera bekliyor sanki. 


Ve bazen, sadece oturup bu şehri izlemek yetiyor. Sahilde bir bankta oturup martıların çığlıklarını dinlerken, Boğaz’ın akıntısına dalıp gitmek… İstanbul’un o bitmek bilmeyen enerjisi, dur durak bilmeyen temposu içinde bile, huzuru bulabiliyorum.


Ama İstanbul’u sadece yaşamak yetmiyor, onu anlamak da gerekiyor. Bir gün Süleymaniye’nin avlusunda oturup Mimar Sinan’ın dehasına hayran kalırken, ertesi gün Moda’da gençlerle dolu kafelerde oturmak… Bu şehir, her zaman bir sürprizle karşılıyor beni. Sokakları, tarih ve modernliğin iç içe geçtiği bir labirent gibi. Her adımda başka bir zamana, başka bir dünyaya yolculuk yapıyorum sanki.


Taksim Meydanı’nda yürürken, İstiklal Caddesi’nin her iki yanındaki tarihi binaların arasında, bir yandan modern dükkanlar, kafeler ve sanat galerileri sıralanıyor. İstiklal’in kalabalığı, müziği, sokak sanatçıları… Her biri bu şehrin şiirini oluşturuyor. Kimi zaman nostaljik tramvayın sesiyle irkiliyorum, kimi zaman ise sokak müzisyenlerinin melodileriyle büyüleniyorum.


Yedikule’den Samatya’ya yürüdüğümde, İstanbul’un farklı yüzlerini, farklı yaşamlarını görüyorum. Balat’ın rengarenk evleri, Samatya’nın balıkçıları ve tarihi dokusu beni alıp geçmişe götürüyor. Aynı şehirde, hem geçmişin izlerini sürmek hem de geleceğe adım atmak mümkün.


Boğaz’ın incisi, bu kadim şehir, her köşesiyle, her anısıyla, her yaşanmışlığıyla beni büyülüyor. İster bir köprüden geçerken ister bir sokak arasında kaybolmuşken, İstanbul’un kalp atışlarını duyabiliyorum. Bu şehri sevmek, onu her haliyle kabul etmek demek. İşte bu yüzden, İstanbul’u seviyorum ben. Çünkü her adımda, her nefeste, her bakışta bana hayatı, tarihi ve insanı yeniden hatırlatıyor.