Müzelere gitmek zaman yolculuğu yapmanın başka bir yoludur, eski anıtların müzeye çevrilmesi sonucu oluşan müzeler ise zaman yolculuğunu üç boyutlu sürüme taşımaktadır. Bir de bu anıt klasik çağ ile orta çağ arasında bir geçiş döneminde yapılmışsa o zaman sizi büyülemeye sadece uzaktan görmek bile yeter.

Klasik çağın harikalarından çoğunun günümüze sadece efsaneleri kaldı. Rodos’un büyük heykeli, Babil’in asma bahçeleri, İskenderiye’nin kütüphanesi ve feneri gibi klasik çağın ihtişamını vurgulayan anıtlar gitti. Ancak bazıları hâlâ ayakta olmakla beraber bir şekilde yok olan çağdaşlarının da miraslarını taşıyor. Bunların başında da klasik çağın sonlarını tek başına yaşatan Roma geliyor. Roma, ebedi şehir, nüfusu bir milyon kişiyi aştığı zaman henüz İsa yeni doğmuştu. Ve bu doğum Roma ile beraber klasik çağın da sonunu getirecekti.


Onlarca iç savaştan yorgun düşen Roma, başkentini başka bir yere taşımaya karar veren imparator Konstantin ile Konstantinopolis’i kurdu. Zamanla Roma’nın önemi azaldı ve sonunda önemsiz hale geldi. İmparatorluk ikiye bölündüğü zaman ise Batı Roma İmparatorluğu’nun başkenti Roma bile değildi. Önce Mediolanum sonra Ravenna olarak değiştirildi. Ancak Doğu her zaman Roma şehrinin kardeşi olan Yeni Roma’yı, Konstantinopolis’i, korudu. Klasik çağın son büyük şehrinin üzerinde güneş daha yeni yükselmeye başlamıştı.


Roma’nın Hristiyanlaşması ile beraber kolezyumlar yerini yarışların yapıldığı büyük hipodromlara, Circus Maximuslara, bıraktı. Ve tabii kiliseler yeni bir mimari unsur olarak yerini aldı. Kubbeli yapılar, Roma mimarlarının bir buluşuydu. Roma’daki Pantheon gibi büyük bir kubbeyi kapatmışlardı, ancak şimdi daha zor bir test vardı önlerinde. Nika ayaklanmasından sonra yanan eski imparatorluk kilisesi olan Ayasofya’nın yerine daha ihtişamlı ve büyük bir kilise istiyordu İmparator Justinian. Antheimos ve İsidoros İmparator için bugün hâlâ ayakta duran bin beş yüz yaşındaki binayı yaptılar. Kilise ve cami olarak hizmet veren bina günümüzde bir müze olarak hizmet veriyor.

           

Justinian’dan sonraki her imparator Ayasofya’nın içinde taç giydi. Onlara meşruiyetini veren tanrının ta kendisi olduğuna inanılırdı. Ana kapıdan girdiğinizde karşınıza çıkan ilk manzaralardan birisidir taç giyme alanı. Hemen arkasında ise binanın cami döneminden kalan bir müezzin bölmesi bulunuyor. Yukarısında ise Allah ve Muhammed yazan tabelalar, bu tabelaların tam ortasında ise meşhur ikon Eleuosa, kucağında çocuk İsa’yı tutan Meryem görünüyor. İkonun sıvalandığı belli oluyor, üst kısmı hafif zarar görmüş gibi duruyordu. Yine de kurtulabildiği için şanslı bazı ikonlar o kadar şanslı değillerdi.

           

Binaya girmeden önce birkaç kitap okumuştum hakkında, John Julius Norwich’in “Bizans Yükseliş Dönemi” isimli kitabında bahsettiği dev ikonun hâlâ var olduğunu düşünüyordum. Yazarın söylediğine göre İmparatoriçe Irene döneminde ilk ikonoklazmanın bitişini kutlamak için Ayasofya’nın ana kapısının üstüne yapılmıştı ve yine yazarın söylediğine göre tüm kapıyı kaplayacak kadar büyük bir ikon ve aynı zamanda bir Eleuosa imiş. Kapıları karıştırdığımı düşündüm ilkte ancak keşke yanılıyor olsaydım. İkona yoktu. Kendi düşünceme göre ikinci ikonoklazm döneminde yok edilmiş olmalı kanısına vardım ancak belki de Latin istilası veya Fetih zamanında yok olmuştur ama maalesef ne zaman yok olduğuna dair bir kanıt yok.          

           

Batı cephesinin kapısından içeri girince kapının üstünde Justinian ve Konstantin görünüyor. Konstantin elinde şehrini Meryem’e, şehrin koruyucusuna. verirken Justinian da Ayasofya’yı veriyor. Zaten Ayasofya’nın, Sultanahmet meydanından kubbesinin altına bakarsanız bir işleme gözünüze çarpacaktır. Bu işleme, koruyucusu Meryem olan şehirlerin katedrallerine işledikleri bir motiftir. Paris’te Notre Dame ’da ve Floransa’da Santa Maria Del Fiore ’de en belirgin şekilde görülür zaten. Kiliselerin isimlerinden de kimlere adandıkları belli oluyor. Bu motif zambak motifiydi, saflığı, sevgiyi, şefkati ve merhameti sembolize ediyordu. Meryem çoğu zaman elinde zambak tutarken çizilirdi ancak zamanla zambağın özelliği Meryem’den kaydı. İsa’ya geçti bu yüzden Eleuosa ikonları doğdu. Meryem ve kucağında çocuk İsa ya da benim deyişimle zambak tutan zambak. 

           

Üst avluya çıktığım zaman büyük bir hayal kırıklığına uğramıştım, Deisis mozaiğini görmek için can atıyordum zira Ayasofya’nın hazinesi olarak adlandırılıyordu, ancak gidip gördüğüm zaman mozaiğinin yüzde yetmişi yok olmuştu. Meryem’in sadece kafası görünmekle beraber İsa ve Vaftizci Yahya’nın da vücutlarının yarısı yok olmuş durumdaydı. İlk başta yine ikonoklastlar geldi aklıma ancak mozaiğe arkamı dönünce her şeyi anladım. Bir ironi gibi oradaydı Enrico Dandalo’nun mezarı. Latin istilasını başlatıp klasik çağın son büyük şehrini bir harabeye çeviren kişi, Şu an Sultanahmet Camisi’nin olduğu yerde İmparatorluk sarayı bulunuyordu, istilada yok edildi. Bugünkü Sultanahmet meydanında koca bir hipodrom, klasik çağın en büyük hipodromu olan Circus Maximus vardı, İstilada yok edilidi, Yılanlı sütun, Konstantin’in sütunu, Çemberlitaştaki sütun asla restore edilemeyecek durumda tahrip edildi. Ve daha onlarcası, Ayasofya’da bunlardan payını almıştı neticede. Mozaiklerin donattığı bir kiliseydi bir zamanlar, şimdi ise iki elin parmakları kadar mozaik var. Deisis de büyük ihtimalle bu tahribattan nasibini almıştı Enrico’nun bir kahramanmışçasına Ayasofya’ya gömülmesi beni çok sinirlendirdiği için kendisine ironi yollu “at hırsızı” derdim hep. Zira bir zamanlar Circus Maximus ’un üzerinde bulunan 4 at onun sayesinde artık Venedik’te San Marco Bazilikasının üstünde duruyor. Palailogoslarlar şehri geri aldıkları vakit Enrico’nun kemiklerini boğaza atmışlardı. Haksız da sayılmazlardı.

           

Üst avluyu gezmeye devam ederken sadece 2 mozaikle daha karşılaştım ilkinde İmparator Ionnes Komnenos, sağında karısı impatoriçe Anne ve oğulları genç Alexios. Haçlı seferi fikrinin ata babası sayılabilecek olan Alexios. Mozaiğin önünde düşünmeden edemedim acaba Alexios haçlı seferi için şehrinin yok edilmesini nasıl karşılardı? Muhtemelen böyle bir fikri hiç bulmamış olsaydım tepkisini verirdi.

           

Bu mozaiğin solunda ise 9. Konstantin ve eşi imparatoriçe Zoe Ayasofya’ya para bağışında bulunurken resmedilmiş. Zoe’nin tacına bakarken aniden bir aydınlanma yaşadım. O taç Şarlman’ın resimlerde giydiği tacın aynısıydı. Kutsal Roma İmparatoru, kendini Basileusla bir tutuyordu, hemen bahçeye çıkıp kitabımı açıp Şarlman ve Basileus arasındaki rekabeti okumaya koyuldum. İmparatoriçe Irene’ye, yok olmuş büyük mozaiği yaptıran Irene’ye, Şarlman’ın evlilik teklif ettiğini okuduğumda bir an duraksadım ve şöyle dedim, ya bu yaşanmış olsaydı? Birleşik bir Roma tekrar kurulabilir miydi? Ancak böyle bir olay hiç olmadı, Irene teklifi reddetti ancak Şarlman’ın İmparator unvanını tanıdı ve onu resmi yazışmalarda Roma İmparatoru diye çağırmayı kabul etti. Bundan dolayı da Kutsal Roma İmparatorluğu doğdu. Kitabı kapattım ve müzeye geri girdim.

           

Bu sefer tavana ana avludan tavanı inceledim. Seraphimlerle süslenmiş bir kubbe. Melekler, büyük melekler olmamakla beraber yüzsüz ve kanatlı çizilirlerdi. İslamiyetteki melek çizimleriyle hiç uyuşmadıkları belliydi. Kanat renklerinden büyük melek olmadıkları belli oluyordu. Zira Michael, Gabriel, Azrael gibi melekler beyaz kanatlarla çizilirler ve her birinin belli bir karakteristik özelliği bulunurdu. Michael elinde kalkan ve mızrakla, Azrael beyaz bir atın üstünde siyah örtülü ve tırpanlı biri olarak, Gabriel ise elinde genellikle bir parşömenle resmedilirdi. Ancak seraphimlerin kanatları büyük meleklerin aksine kahverengiydi. 

           

Ana girişin sağında İmparatoriçe Irene’nin lahdi yer alıyor. Lahitte Şarlman’ın evlilik teklifi ettiği, Ayasofya’nın ilk ikonoklazmdan sağ çıkmasını sağlayan imparatoriçe Irene, Doğu Roma’nın Theodora’dan sonra devleti yöneten ilk imparatoriçesi, lahdi Ayasofya’ya getirilerek onurlandırılmıştır. Lahdin hemen sağında Synod’un aldığı kararlar taş tabletlere yazılmış bir şekilde duvara asılmış olarak gözüme çarptı. Klasik Grekçe bilmediğim için hem okuyamadım hem de sinirlendim zira Roma impratorluğunun ana dili neden Latince değil de Grekçe idi. Justinian, Konstantin gibi insanlar bile Latince konuşurlardı ama Heraklios Grekçeyi ana dil yaptı. 630 yıllarıydı. Belki de “Ultmimvs Romanorvm” Son Romalılar, kavramı gerçekten doğruydu. Tarihçilere göre değişir, bazıları Roma 476’da çöktü der, bazıları 1453’te, bazıları 1922’de bazıları ise 1917’de. Ben aslen 1481’de çöktüğünü düşünürdüm. Sultan 2. Mehmed’in ölümü ile. Ama Synod kararlarını gördükten sonra anladım ki Roma’nın ismini kullanmak meşruiyet kazanıp Akdeniz’in hepsi üzerinde hak iddia etmek için kolay bir yoldu. Ancak gerçekten Roma mirasına sahip çıkan kimdi? Onu kişisel amaçları için değil de gerçekten Romalı oldukları için korumaya çalışan insanlar kimlerdi? Bu konuda ben de “Ultimvs Romanorvm” kavramının Justinian’a tam uyduğunu, ondan sonra gelen sözde “Romalı” insanların ise Roma’nın mirasını ihmal ettikleri fikrini doğru bulmaya başladım. Zira Justinian gerçek bir Romalıydı, her anlamda, Roma imparatoru olmak için çabaladı. Roma şehrini tekrar İmparatorluğa getirdi, Latince olarak bir anayasa hazırlattı, fanatik bir yarış severdi. Her anlamda Konstantin’den ona kalan mirasa sahip çıkmaya çalıştı. Ondan sonra ise İmparatorluk helenleşti, bu yüzden rönesanslı tarihçilerden itibaren Bizans olarak çağrıldı.

           

Ayasofya’ya bin beş yüz yıldır aynı yerde ancak Konstantinopolis çok değişti, Romalı bir Hristiyan şehri olarak kuruldu, Grek bir Ortodoks şehri olarak yaşadı ve Türk bir İslam şehri olarak başkalaşım geçirdi ve şimdi ise seküler bir şehir. Ayasofya aynı yerde kalmasına rağmen o da Konstantinopolis ile beraber değişti. Bir kilise, bir cami, bir müze olarak değişti, zarar gördü, tamir edildi. Ama hâlâ burada ve hâlâ ayakta duruyor.

           

Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi üzerine çok fazla kargaşa çıktı. Bir cami olarak kalmasını isteyenler ve bir kilise olarak kalmasını isteyenler çoğu kez çatıştı. Her iki grup da binanın orijinal dini amaçlarına geri döndürülmesini istiyordu. Ancak bina Mustafa Kemal Atatürk tarafından müzeye çevrildi. Sırp bir mimar ve sanat tarihçisi olan Ljubo Vujovic’in görüşleriyle aynı konudayım bu konuda. Ayasofya müzeye çevrildiği zaman şöyle demiştir: “Ayasofya, güzel ve önemli bir anıt. Kültürlerarası ve uluslararası bir hazine, iki din tarafından da uyum içerisinde paylaşılabildiği sürece seküler bir bina olarak kalması daha doğru bir fikir. Bu şekilde onu güzel yapan iki dini de onurlandırmış olacaktır.”