Kediler kaydıraktan kayıyor, çok yönlü bir yaşam bu. Ama senin dimağında ölü kediler var; ne boş çocuk parklarında içilen bir sigara ne soğuk bir köşede yalnızlığa ortak olmak adına sessiz bir anlaşma ile kemikleri ısıtan iliklere işleyen bir sarılma ne de kucağında yatan kediyi sevmek için sırayla uzanan eller var.

Şimdi yakın olmayan uzak da sayılmayan bir anısın. Hâlâ aynalara bakmaktan korkuyor, dökülen saçlarına küsüp kendinde var olan güzellikleri görmüyorsun. Gören olursa da ödün kopuyor tehlike görmüş ve ürkmüş bir kaplumbağa gibi kabuğuna çekiliyorsun. Gergin ve sertelmiş derini güneş ve rüzgâr yalıyor.

Rüzgâr...

Adını bilmiyorum, ısrarla bilmek istiyor gibi görünmeme rağmen merak da etmiyorum pek ama rüzgâr, rüzgâr yerinde ve güzel bir isim olurdu anılmak için. Uzun kış gecelerinde rüzgâr sesi ürkütürdü beni. O rüzgâr ki kaldığım yatılı okulun duvarını uçurmuştu da içim üşümüştü havada uçuşan parçaları izlerken camın ardından. Ben...

Ben seninle tanıştığım hatta sesini duyduğum ilk an o gün hissettiğim o üşümeyi hissettim, istemsiz irkildim. Anımsadığım ya da aklımdan çıkmayan duygusallık değil. İlahi bir güzellik bahşedilmiş gibi duran yüzünde öyle parmaklarım gezinirken hayret ettim insanın bu denli korkunçluğuna. Kapsamlı ve detaylı gösteren bir aynada kendimi izler gibi tutup karanlığında yalnızlığımı gördüğüm için. İnsana dair ne kadar aşağılık dürtü varsa hepsini bu kadar doğrudan dile getirdiğin için.

“Benlik, oyuk, yokluk, boşluk" seni anımsayınca dilimde damağımda ruhumda dolanan kelimeler bunlar. Ama ürkütmüyor artık karanlığın da karanlığının yansımaları da. Gizleyemediğim bir hayranlık duyuyorum da hatta. Ama yine de düşünmeden edemiyorum bu hayatın herhangi bir kıyısında durup bir şeye istek yahut özlem duyuyor musun diye.

Ben kendimi mesut olarak nitelendiremem. Senden bir adım yakınım sadece aydınlığa. Ama kıyısından köşesinden tutunduğum şeyler var sanırım. Mesela sabah ezanında sulayıp terk ettiğim reyhanlarımı özlüyor, yokluğumda kuruyuşlarına içleniyorum. Günde en az bir defa reyhanlarımı düşünüyorum.

Sonra...

Sonra “yaşamak suçu” ciğerlerime ağırlık yaptığında bir yokuşun ortasında durup bir sigara içiyorum ve ölene kadar yaşayacağım diyorum. İntihar edecek yaşa gelene kadar yaşayacağım ve “Daha hiçbir şey yaşamadım ki ortasında olayım hayatın. Ama kenarındayım o kesin hem de en kenarında.” diyene kadar yaşayacağım..


Bilmiyorum. Yaşamlarımız bir yolculuk mu? Öyle olduğunu varsayarsam karlı, puslu uzun bir kış gecesi ismi hatırlanmayan bir kasaba istasyonunda soğuktan titreyerek, arıza yapan treninin kalkışını beklerken tanış olduğum, yahu ben bir yerlerden tanıyorum sanki diye düşündüğüm ve bir sonraki durakta izini kaybettiğim kısa zamanlı fakat etkisi büyük bir dostluk olarak anımsayacağım ucundan bucağından tanışıklığımızı.

Kimse yekdiğerine ne ilaç ne merhem. Seni yahut bir başkasını iyileştirme çabasında, isteğinde değilim ki. İstesem de budalalık olur böylesi. Kendim bu denli hasarlı bir ruh iken.

Ben, o ıssız yerlerde gecenin köründe trenle ağır ağır yanından geçilen saat kaç olursa olsun sarı ışığı yanan, içerisi ve içerisindeki yaşamlar merak edilen küçük evler gibiyim. Kendini yolda olmanın ve gecenin hüznüne kaptırmış yolcuların ilgisini cezbeden fakat gündüz gözüyle asla içine girilip bakılmak istenmeyecek sadece karanlığa has bir güzellik bahşedilen.

Cümleye başlamada ve bitirmede iyi değilim, ortasında da genelde konu dağılır, kafam bulanır. Umarım hayatın bir aktarma istasyonu vardır isimleştirilmemiş böyle dostluklar için.