Kendimi yatağa diktim.

Çırılçıplak bedenim, tanrının kucağında uzanır vaziyete çarşafa dikiliydi. Çarşaf kanlıydı. Bedenimde irin dolu günahlarım akmayı kesmiş, bedenimdeki tüm canlılık şeytanın çaldığı ruhların lekeleriyle doluydu.

“Böyle giderse öleceksiniz,” konuşan kimdi. Seçemiyordum. Başımda birçok kalabalık vardı. Ufak cızırtılardan anlayabiliyordum bunu. Konuşan kimdi?

“Tanrıya kapılarını kapatmak ne kadar doğru Peder.”

Tanrı. Evet, şimdi bazı şeyleri hatırlıyorum. Yüce ışığıyla kutsayan tanrı.

Gözlerimi açmakta zorlanıyordum. Gözlerim kanlı olmalıydı. Vücudum kaşınıyor ama ellerimi kaldıramıyordum. Tüm vücudum yatağa dikilmiş, kendi elimle diktiğim kaderim... Kendimi kaşımaktan aciz. Gülesim geliyordu. Gülmüyordum.

“Tanrı uzun zaman önce terk etti beni. Şimdiliğin farkındalığı bendeki.” konuşmak zordu. Bir şeyler anlatmak ise daha zor.

“Sizinle büyük vebada beraber şeytana karşı savaştık Peder.” bu sesi hatırlıyordum. Bu Jack. Anılarım üstüme bocalıyordu. Dağın tepesindeki manastırda ibadetlerimiz, ben şaka yapardım o ise sessiz. Elimizde sopayla yollarda olduğumuz anılarımız var hatıramda. Büyük veba zamanında tütsü kokan maskelerimiz... hatırlıyordum bu sesi.

“Tanrının en büyük hizmetkarı, sana böyle demiştim hatırlıyor musun?”

Elbette hatırlıyordum. Otuz gün boyunca sessizlik orucu tutmuştuk. Çoğu başarısız olmuş diğerleri delirmek üzere gevelemişti. Bir tek benim gıkım çıkmamıştı. Tanrının sıcaklığı yüreğimi dağlarken nasıl çıkabilirdi ki. O zaman tanrı daha bir parlaktı. Yaşama inancım biraz daha güçlüydü.

“Değişen ne Peder. Seni kendi kaderinden alan ne?”

Ağzımı aralıyordum lakin boğazımda ağrıyan bir yük vardı. Zorladım kendimi. “Değişen bir şey yok Jack. Gerçeği görmüş bir ruh bendeki.” daha fazlasını anlatmak istiyordum ama yapamıyordum. Neden?

Jack’in yanındaki kalabalığı göremiyordum. Aralarında bir fısıltı almış başını gidiyordu. Evim küçüktü ama kalabalıkların gölgesiyle büyümüş gibiydi. Hepsinde kocaman merak vardı.

“Gerçeği inkâr ettiğini söylüyorlar ama...” dedi Jack. Sesinde hüzün vardı, biraz keder. “Burada ne olduğunu fark ettin mi bilmiyorum ama bu insanlar, buraya şahitlik yapmaya geldiler Peder. Ruhunu şeytana sattıklarını düşünüyorlar, hayır, biliyorlar.”

“Şeytan mı, güldürme beni”

“Komik olduğunu sanmıyorum. İkna olmazlarsa bu evle beraber seni yakacaklar Peder ve yapacağım hiçbir şey yok. Çaresizliğimi anla. Yatağa kendini dikmiş bir din adamı, tanrının buyruğu... Tanrı aşkına, ölmek mi istiyorsun!”

Ne istediğimi bilmiyordum. Bir gece. Ansızın. Tüm gerçekliğin yitip karanlığa büründüğü o geceyi çok iyi hatırlıyordum. Karım ölmüştü. Veba almıştı onu benden. Hiçbir zaman çocuğumuz olmamıştı. Tanrıya yükselen seslerimiz hiç cevap almamıştı. Sonra karımı benden aldı... O gece. Tüm zamanı yatağımda ve yaşlanmış gözlerimle okuduğum azizlerin hatırlarını karıştırdım. Sonra bir yıldırımın parlaması gibi kendimi boşlukta bulmuştum. O gece.

“İnsanı hayvanlardan farklı kılan nedir Jack?”

Bir boğaz temizlenmesi ve uğultuların dinmesi, işittiğim buydu.

“Tanrının armağanı olan hür irade ve ölümün gerçekliği elbette Peder.”

“Bir insanı insan yapan şey onun yaşamıdır Jack. Dünyada kocaman hayatlar gelip gitti. Sayısız yıldızların altında sayısız aşklar yaşandı, umutlar öldü, çocuklar doğdu, kötülükler ve iyiliklerle yıkandı. Ve hala insan bocalıyor ve bocalayacakta. İnsanları hayvandan farklı kılan şey budur işte Jack. Hayvanlar doğduğunda ve yaşamında, yanlış ile doğru seçimi yapmadan nasıl yaşayacağını bilir. Çocuğunu aşkın acısından koruyabilir misin, nasıl yaşayacağını kendisi keşfetmeden öğretebilir misin, doğruyu yanlışı yapmaktan alıkoyabilir misin, içindeki kocaman boşluğa bakmaması gerektiğini fısıldayabilir misin? Hayır, her ruh bunu yaşayarak öğrenecek. Bundan yüzyıllar geçse dahi insanlık yaşamıyla anlamlı olacak. Hala sevgi konusunda çocuk, kötülük konusunda bir canavar olacağız. Sevgi güç isterken kötülüğün iştahı daha bir aç olacak Jack.”

“Yaşamın böyle mi sonlandıracaksın. İnsanlığını.”

İnsanlığım. Benim büyük mirasım. Onu yitireli çok olmadı mı? Uçurumda bakmamayı tembihlerdi babam hep. Şeytanın tohumları var dedi karanlığında. Annem geceleri tanrının ışığında yıkanmam için dua etmemi salık verirdi. Kardeşlerim savaşlarda ölürken gözyaşı dökmek bana değil anneme düşer. Bunu söyleyen babamdı. Güçlü olmalıydım. Güçlü gözüktüm.

Tüm hayatım bir ağacın altında rüzgârın estiği yöne bakmakla geçti. Tüm yaşamım nasırlı ellerimle göğe yükselen dullarımla gölgelendi. Yalnızlığımı ve acımı dindirmesi için söylenmiş bir kaçış avucumun içindeki. Fırtınaları durduracak bir ilahi adalet aradığım. Yanıldım.

O ağacın altında değil uçuruma bakmaktan kaçındım. Orada öylece dikilip içine çekilmekten korktum. İçimde hep yüreğimi büken şeyden sakındım. Şeytan dediler ona, tanrıya aç kalbini, zamanla geçecek dediler. Buna inandım.

“Şeytanla konuşmayan tanrının ışığını bulamaz.” dediğim buydu. Odada yükselen fısıltılar coşmuştu. Kollarımdaki iğne yaraları acımaya başlamıştı. İnsan alışır diye düşünüyor ama hayır, acı hiç terk etmiyordu beni.

“Şeytanın dili yılandır dostum, onun tatlı sözleri yoldan çıkarır.”

Bana olan bu muydu? Jack’e göre bu olmak zorundaydı çünkü mantığında eksik bir şeydi kendimi dikmem. Saygı gören bir peder. Ansızın sessizleşmiş ve evine kapanmış. Merak edenleri ibadet ediyor diye sessiz ve uzak durmuş. Meraklanıp kapısını çaldıklarında bir haç çıkartıp tanrılarına dua etmiş. Şeytanın yuvası, evime bunu mu dediler acaba?

Hayata uzun süre var olduğunda keşfettiğim şeylerden biriydi bu. Mantığın ötesinde kocaman şeyler var insanın içerisinde. Kocaman uçurumlar, fısıldayan yılanlar ve döngüler.

Beni iğnelerin sivriliğine iten şey şeytanın fısıldaması değil, yılların acısı hiç değil. Hayat öylece sessizce önümde akarken fark ettiklerim, olanlar, sessizce gidenlerin cüretkâr adımları, gelenlerin sahte gamzeleri...

Öyle bir şey olur ki yatağından çıkamazsın. Yapmak istediklerin boğazında bir yumru, geçmişte yaptıkların başkasına ait mahrem şeyler, dönüp onlara bakmak kendini hırsız gibi hissettirir. Bana ait olmayan bir yaşam. Hissettirdiği bu. Kendinden uzaklaşan kendisinin katilidir. O zaman suçlu benim. Anladığım bu.

Odamda bir uğultu kopuyordu. Jack’in sözü parlıyordu. “Bana izin verin tek başıma konuşayım.”

Uğultu, ahşabı tekmeleyen ayakkabılar, beklediler, biraz gürültüye boyun eğip gittiler. Kapıdan çıkan cızırtı sinirimi bozmuştu. Yağlamayı yine unuttum diye düşündüm. Sonra ellerim kalkmak isterken acıyla yatağıma kapandım. Kan akıyordu boynumdan ve sırtımdan.

“Bunu neden yapıyorsun,” diye sordu Jack.

“Kendimi dikmeyi mi,”

“Evet ve tüm o söylediğin saçma delisi şeyleri,” dedi Jack. “Anlamıyor musun, eğer onları ikna edemezsem öleceksin.”

“Hayır, tam tersine, her şeyi çok iyi anlıyorum.”

“O zaman derdin ne dostum. Ölmek mi?”

Ölmek. Hayır ölmek istemiyordum. Sadece hissettiğim gerçekliğimi ve varlığımı yaşatmak istiyordum.

“Benim vefalı dostum Jack. Bir keresinde tek başıma ilaç taşımak için savaş kampına doğru yola çıkarken bir barbar topluluğuna denk gelmiştim. Ellerinde doğru düzgün silahları bile yoktu. Kocaman sopalar ve çivili mızraklar. Suratlarından korkutucu bir gülümseme vardı. Hepsinden iğrenmiş ve tanrının ışığını bulmaları için dua edeceğimi söylemiştim. Bana güldüler. İlaçlarımı çaldılar. Onlara nice iyi yürekli insanların hayatlarını söndürdüklerini söyledim. Yaptıkları şeytançaydı. Güldüler. Liderleri olan adam bir adım öne çıktı ve beni sevdiğini söyledi. Yaşayıp yanıldığımı görmemi istediği ekledi. Hayat ve yaşam, aradığın tüm kutsallığın seni terk ettiğinde kimin doğru ve yanlış olduğunu bilmediğinde beni hatırla dedi. O günden beri hep aklımda o barbar. Belki savaşta ki yaralılar öldü ama o barbarlar ilaçlarla hayata kaldı. Birilerinin ailesi var, çocukları, belki ektiği tarlasında kocuşan torunları. Doğru nedir Jack? İnandığım bir şey mi yoksa görmezlikten geldiğin hayatın kendisi mi?”

Jack’in gözlerine baktım. Tanıdığım genç dostumdan eser kalmamıştı. Yüzü çökmüş. İyi traşlı saçlarında beyazlar bürümüş, göz torbaları hatırladığımdan daha bir büyük gelmişti gözüme. Yüzünde bir inanç vardı, dudaklarında sayız dualar dökülmüş bir adamın kıvrımları işlenmişti.

“Doğrunun ne olduğunu tanrı bilir, biz sadece ona hizmet ederiz.”

“Buna inanmadığını biliyorum. Ama inanmak istediğini de anlıyorum.”

“Gerçek bu, dostum, ne dersen de gerçek bu,” dedi Jack.

“Senle veba da yüzlerce insanın cesedini yaktık. Gece gündüz demeden ağlamaları işittik ve tek yaptığımız umut tacirliği yapmak. Ne bir ilaç ne bir umut vardı içimizde. Tek yaptığımız ölmeden önce tuttukları son dal olan tanrının ışığına sarılmalarını söylemek. Cenneti vadetmek.”

“İnsanların umuda ihtiyacı var. Tanrıya.”

“Hatır dostum, insanların kendilerini ihtiyacı var. Uçuruma bakmalılar bazen, bazen in pis düşüncelerinin tozlu örtüsünü aralayıp görmeliler. Onları saklayarak karanlıktan saklayamazsın. Işığı görmek istiyorsan gölgede olduğunu kabul etmelisin.”

“Yaptığın bu mu? Gölgeni tanımak.”

“Yaptığım ne bilmiyorum. Neden kendimi bu kadar çok dikip öylece tavanı izlemem gerektiğini söyleyen sesi dinlediğimi bilmiyorum. Merakını dindirecek cevaplar bende yok Jack. Belki sadece kendimi dikmek istemişimdir.”

Jack Gülümsedi. Sonra ben güldüm. O kahkaha atmaya başladı benim gözümden yaşlar geldi kıkırdamaktan.

Belki de sadece dikmek istemişimdir. Hayatımda yapmak istediklerim ve yaptıklarım şeyleri düşündükçe kendime dair söylenecek tek şey korkuydu. Tanrıdan korkmuyordum, tanrı düşüncesiyle var olan insanların tanrısından korkuyordum. Uslu bir kul, ibadet eden, biraz da dua bilen. İşte ben buyum.

Bunu nasıl söylerim Jack’e. Kelimeler ne kadar doğruya hizmet edip hissettiğimin peygamberliğini yapabilir ki. Arada duyguların arabuluculuğunu yapan kelimeler olmaksızın insanlar ne kadar aciz. Onunla ise ne kadar çaresiz.

Ne demeli. Nedenlerini mi düşünmeli. Yapmadan önce eylemi iki kez mi tartmalıyım vicdanımda. Hayatımı öylece karanlıktan saklarken kendime yabancı kaldım. Suda yansıyan suratımda bir kaç akne çıkmış, burnum büyük, fazladan kaburgalarım gözükmüş, eliyle işaret eden çocuk yaşlıyım diye dil uzatmış. Gururum nerede, sessizce yaşarken bu yaşamı hissettiğim o büyüklük kiminle.

Belki de rutubet tutan bu odamda kendimi dikmeliydim. Öylece karımın bir köşe kaldırdığı iğneyi alıp dikmeliydim. Bir kaç kişi bir şey söyledi, diğerleri şeytanla kur yaptığımı sandı. Bana ne.

Biraz sanat, iğneyle tenimi deşerken hissettiğim bütünlük, acının varlığı ve iplerin sonsuz döngüsü bir yılan misali kıvrımlı yol alırken bedenimde hissedilen yaşam.

Güzelliği anlamak mı yoksa onu kendimde yaratmak mı?

Tanrı bir şey mi dedi. Ben pek işitmedim.

Jack kafasını eğmiş bir kaç dua mırıldandı. Sonum belliydi, anladı.

Ayağa kalkarken gri cübbesi dalgalandı, boynunda ki haç demir zincirlere sıkışmış.

“Elveda dostum. Cennetin yolunu hatırlarsın umarım.”

Gülümsedim o da çıktı evden. Dışarın yükselen sesler azmıştı.

Pencereye yansıyan kırmızılıklar ve alevler...

Kolum kaşınıyordu. Tüm bedenimi dikip aç ve susuz kalmak sinir bozucuydu ama en çok kendimi kaşıyamamak zoruma gidiyordu. Tek kolum serbesti sadece. Onunla uzandım, uzandım ve ters düşen sol daşağımı kaşıdım. Hayat varmış be! Jack beni görse tanrıya olan inancım hakkında tekrar düşünürdü. Bu beni güldürdü sonra duman kokusu yayıldı.

Of dedim biraz daha aşağıya uzanmalıyım, dumanlar yükselirken, ateş dans edip ezgisini çalarken biraz daha uzanırsam sol bacağıma dokunabileceğim. İşte o zaman şu kaşınan baldırlarımı adam edebilecektim.

Her yerimde irin ve kan. Dikişlerim kopmuş dişlerimde biraz hırıltı. Biraz daha zorladım ihtiyar ellerimi ve işte, zevk budur. Kaşıdım namussuzu.

Kaşıdım dumanlar içerisinde. Gö

zlerimde bir nur inmiş olacak ve biraz da neşe.