Finaller bitmiş, sanki girilecek başka bir sınav yokmuş gibi garip ve anlamsız bir rahatlamayla Yıldız Teknik Üniversitesi’nden hızlı adımlarla otobüs durağına doğru ilerledim. İstikamet belliydi, illaki İstiklal Caddesi’ne gidilecekti. Akrobasi hareketleri eşliğinde Taksim otobüsünün içindeydim artık, Garfield’ın peluş oyuncakları gibi cama yapışık bir şekilde kısa ama meşakkatli Taksim yolculuğum başlamıştı. Suratlar beş karış, kaşlar çatık, mutsuz bütün insanlar sanki o otobüsün içine zorla bindirilmiş gibiydi. Otobüs yolculuğumu anlatmayacağım, gerek yok, zaten pek de iç açıcı değil. Sonunda Taksim meydanına ulaşabilmiştim. Ata’mın heykelini, belki bin kere görmüş olsam bile, ilk defa görüyormuşum gibi hayranlıkla bakıp selamımı verdikten sonra İstiklal Caddesi’ne doğru ilerlemeye başladım, Arkadaşlarımla buluşmama yaklaşık bir saat vardı. Caddede slalom yaparcasına ilerlerken, bari Çiçek Pasajı giriş kapısının sol tarafında bulunan, ayaküstü ucuz bira içebileceğim, tek tekçilerin takıldığı, masa ve sandalyesi olmayan, u şeklinde kare mekanın duvarlarına yapışık bir deskten oluşan ahşap mekanda, bira içip arkadaşlarımı bekleyeyim dedim. Şu anda o mekan yok, bu anlattığım 33 sene önce. O mekanı tercih etme sebebim, ‘’tamamen duygusaldı.” O zamanlar öğrenciyiz, düşünün biranın yanında fıstık bile söylemiyoruz, o derece öğrenciyiz yani, hatta öğrenciliğin gurusuyuz. U mekanın içine ulaştıktan sonra, bir dirseklik boş bir yer buldum ve ucuz ama buz gibi olan biramı söyledim. İdeal soğukluğa ulaşmış biramı yudumlarken (ideal soğukluk: 4-8 derece sıcaklıkta içilirse gerçek tadı alınabilir. İdeali 6 derecedir. 4 derece altında içildiğinde biranın gerçek tadı alınamaz, sadece çok soğuk maden suyu içilmiş gibi hissedilir.) tahta deske ve tahta ile kaplanmış duvarlara yazılan yazıları okumaya başladım. Şiirler, şarkı sözleri, umutlar, mutsuzluklar, dostluklar, futbol, gündem, öfke, ne ararsanız vardı o yazılarda. Sanki dünyadaki bütün duygular yazıya dökülmüştü, 30 metrekarelik mekanın tahta duvarlarında. ‘’Afiyet olsun, vur bakalım.” diye bir ses eşliğinde kendime gelip, önüme uzatılmış bira bardağına, bardağımla vurdum ve ‘’Afiyet olsun’’ dedim. 65 yaşlarında, yanakları pembeleşmiş, saçlarına aklar düşeli epey olmuş, renkli gözlü, hayatını ne kadar zorluklarla geçirdiğini anlatan, yüzündeki derin çizgilerle bir amca, tebessümle bana bakıyordu, sanki gençliğime duyduğu masumane bir özlemle.
’’Neden vurdum bardağına bilir misin?” dedi. Serde gençlik de var ya , hemen atladım, “Saygıdan’’ dedim. ‘’Olmaaaaazzzz’’ dedi. “Bak sana anlatayım. Kaç duyu organın var?” Beş dedim.
“Hadi bakalım sayalım. Rengi göze, kokusu burna, soğukluğu tene, tadıyla da dile kadeh tokuşturmazsan, duyamazsın! Ki o zaman içtiğin içkiden de keyif alamazsın. Hep bir yanın eksik kalır, beş duyu organın da bir bütündür, bu bütünü asla bozmamalısın, yolun daha uzun, bundan sonra yaşayacağın her şeyi beş duyunla yaşa ki, hayattan zevk alasın.”
Teşekkürler amca…