Köpekler, onlar, sessizleşmeden uludular. Ezan okunmuş yağmur çıldırmış olmalı. Her yerden kaçtılar.


Siyah beyazlı benekli karabaş, sigaraya başlamıştı. Romatizması coşmuş bir kartonun içine mesken tutup tüttürüyordu. Düşüncelerinde amansızca bir fırtına kopmuştu, bu kelimeyi severdi, amansız... Pis kokan şehrin aralarında iğrenç takım elbiseli ve geceleri kelimelerle anlatamadığını şehvetli memeleriyle anlatan bir sürü fahişe vardı dışarıda.


Ne büyük curcuna ama. İç sigaranı olum. Sağlam parça bu, yolda bulmuştu karabaş dalı.

Biraz eskilere biat vardı içerisinde. Dışarısı ıslaktı. Şemsiyeli maymunlar dolaşıyordu. Ne oluyor lan demeden taksiye atlayıp bir yerlere gidiyorlardı. Dünyayı kurtaracak hayallerini, zamanlarını ve her şeylerini şeytana satmış herifler. Koşuyorlar, yağmurdan.


Karabaş öylece kuyruğunu sallayıp sigarasını içerken taş gibi bir hatunun bakışlarına maruz kaldı. Islanmış, biraz da kızgınlık döneminin cilvesiyle kuyruğunu sallayıp duruyordu. Kokusunu alıyordu karabaş; evde pişen sütlacın üstündeki kızarıklığı hatırlatan, çiçeklerin içerisinde sıçmığının geldiğini haber veren bir his, bir kokuydu...


“Merhaba yakışıklı,”


“Siktir git başımdan hanımefendi.” Sigarasının bitmesine yakın, annesini hatırlatmak ve kalçalarını sallayan cilveli hatunun ses tonuna maruz kalmak canını sıkmıştı.


“Çok kabasınız, biraz gevşemeye ihtiyacınız var,” dedi hatun ve ıslak tüylerini sallayarak küçük çaplı bir gösteri sundu. Havada ters yöne fırlayan su damlalarının ışıkta gösterdiği gösteri daha güzel diye düşündü karabaş.


“Hanımefendi. Son sigaram bitti ve bacaklarım yağmurdan ağrıyor. Bir zahmet siktir olup gidin başımdan.”


“Dişlerini gösteren erkeklere bayılırım.”


“Çaktık yine bir manyağa.”


“Bak bende sigara var,” dedi hatun. Elinde sağlam bir paket vardı. Dolu gibiydi hane.


“Bir sigara karşılığında onurumu, ağrıyan bacağımın dertlerini unutacağımı mı sandın lan!” diye havladı karabaş. Eski sesinden eser yoktu. Uçup gitmişti şerefsiz. Öylece, sessizce bir hırıltı işte.


“Evet,” dedi hatun.


“Beni çözmüşsün.”


İkisi de sigara içerken yağmur durmadan yağıyordu. Paket neredeyse bitecekti.

“Çocuklarını görmeye gelecek misin?”


“Siktir lan!” boğazına kaçmıştı duman. “Hayatta olmaz. Vallahi boğazlarım o enikleri bulaştırma beni bu işe.


Hatun ağlamaya başlamıştı. Gözlerinden, iri siyah gözlerinde biriken damlalar yüzünün arasından kendine yol bulmuştu. “Şerefsiz,” dedi ve dişlerini karabaşın omuzlarına yapıştırdı. Karabaşın tepesi baya atmıştı. Tüm bu olanlardan önce düşündüğü şey... Bir ev inşa edecekti. Çatısı olanından. Bir tane de sallanan sandalye ve sıcak kahvesi. Sonra leyleklerin göç ettiği zamanı bekleyip kurşunlarını parlatacaktı. Zamanı geldiğinde tek gözünü kısıp her birini indirecekti. Güzel hayaldi. Gökyüzünden yağan leylekler. Komikti anasını satim.


Hatun dişlerini geçirdiğinde pençesiyle suratını cırtı. Biraz kırmızılık biraz da ıslaklık.


“Sizden nefret ediyorum,” diyerek bağırdı hatun karabaşa. Karabaş geri çekilmiş, iri pembe diliyle yarasını dilliyordu. Ne sinir bozucu bir hatundu böyle.


Ah şu babalarını evcilleştirmeye çalışan karılar. Bir siktir olun be başımdan diye bağırdı arkasından. Hatun yağmura, ıslaklığa ve insanların arasına karışıp gözden kayboldu.


Karabaş kendini bok gibi hissediyordu. Biraz düşüncelerinde dolanmakta yasaktı sanki. Hep bir bok çıkıyordu karşısına. Mahallenin piçi geçen pataklamıştı. Tek yaptığı eski, kokuşmuş bir kemiği kemirmekti. Genç orosbu çocuğu. Birden üstüne atlayıp her yerini eşelemişti resmen.


Neyse dedi karabaş, en azından paketin geri kalanı kendisindeydi. İçine baktı. Dört çöp gördü ve sevinçten bir uluma patlattı. Adi orosbu çocukları diye bağırdı boşluğa. Bu ihtiyarda hala iş var be!


Araba tekerleklerinin arasına sıkışmış zamanda gelgitlerin kurbanı, sakin milletin içine işlemiş büyük buhran, koca sahte hayatların mimarileri; hepsi önünden geçiyordu karabaşın. Atıkları adımlarda, baktıkları şeyleri göremeyen, gördüklerinin bir sonrasındakilerinin hapislerinde çürüyen ruhlar.


Kokuyorsunuz, yağmur bile affetmiyor sizi.

Karabaş böyle kelimelerle düşünmeyi severdi. Koca ihtiyar kemikleri yarı yolda bırakınca elinde küflenen tek şey kelimelerdi. Kendini şair olarak görme gafletinde bulunan bir ihtiyardı o. Kendisine böyle diyordu.


Kartondan sığınağı gittikçe ıslanınca canı sıkıldı. Kelimelerde sıkıcı ve tekrara binmişti. Hava da toprak kokusu ve iğrenç parfüm sızıntıları vardı. Hepsinden nefret etti. Koca götünü kaldırırken son bir bakış attı boş sigara kutusuna. Senin de ananı...


Sokakta öylece ıslanırken önünde arı vızıltısı gibi geçen renksiz arabaların çıkardığı seslerini işitti. Hiçbir evladın kulu, koca götüne dokunup sevmemişti. Sorun yok, sizi de... sonra bu hayattan sıkıldığını fark etti ve kocaman yaklaşan bir tırın önüne atlamak istedi.


Olmadı anasını satim. Ayakları öylece hava da kaldı ve tır öylece geçip gitti.


Kafasında o hatunun yavrularıyla oynadığını

hayali vardı.


Tuhaf, yanında olmak istedi o eniklerin. Biraz şamarlardı şımardıklarında. Erkekti o, sözünü geçirirdi tıpkı babası gibi. Sonra evden ayrılıp kendi hayatlarına yollandığında sessizce acısını içinde yaşayıp gurur duyardı yavrularından. Hatunu yanında, beraber yaşlanarak geberir giderdi.


Bu düşünce nedense yüreğini yumuşattı.


Belki yarın öldürürüm kendimi dedi ve anlamsız kelimelerle hatununu aramaya, sokakların karanlığına karıştı.


Ne bir insan evladı gördü onu ne bir araba çarptı. Öylece yürüyüp gitti it oğlu it.