“Bugüne dair bir öykü yazar mısın?” 

“Neden öykü, neden mektup değil?”

“Mektup fazla gerçek olur, benim gerçekliğe tahammülüm kalmadı.” 


Tahammülsüz bir yeryüzünün iletişimsiz, kutuplara bölünmüş, değersizlik hissiyle cebelleşen ama bunu yaparken bir tavernada tabak kırarcasına eğleniyor gözüken iki, üç, on üç, on milyon, çocukları-bebekleri-aptal insanları çıkarırsak hadi altmış milyon insandık işte. 


“Altmışı yazarken de hep zorlanırım.”

“Efendim!”

“Altmışı yazarken diyorum, atmış yazasım gelir, sonra hemen düzeltirim. Ama sonra bir an gelir yine unuturum. Halbuki ne kadar kolay değil mi, değil işte yanlışı düzeltmek çok zor.” 


Kendi kendine konuştuğu durgun bir akşamda öykü yazmaya karar verdi. Hayatına leke bulaştırdığı tüm yanlışları bu öyküyle düzeltebileceğini düşünüp gözlüklerini kafasından burnunun üzerine indirdi. Kâğıt kalem aldı önce. Sonra ellerinin eskisi kadar güçlü olmadığını düşünüp klavyeye uzandı. Mint yeşili dedikleri klavyeyi kucağına yerleştirip a harfine basmak isterken hızlıca b harfine bastı. Çünkü hep ikinciler göz ardı edilirdi. İkincilerin de duyguları vardı, bundan sonra biraz da birinciler ötelenmeliydi. Darbe mi yaptım şimdi diye kendi kendine söylendi. 


Filtre kahvesinin cezbedici kokusunu içine çekip bugünü yazmaya karar verdi. Kurgu yaparım, tamam da iskeletin gerçek olması lazım. 

“İskeleti sağlam kurdun mu eklediğin tüm kol, bacak yahut ağız, kaş, göz sırıtmaz. Sırıtır mı hiç, insanın iskeleti sağlam olacak. Binalar gibiyiz zaten temelimiz sağlamsa kimse yıkamaz bizi. Ohooo…”

“Kim bizi yıkmak isteyen dış mihraklar, delirdik hep birden.” 

Bu cümleyi de ekledim mi toplum eleştirisi yaparım, hadi bakalım diyerek kollarını sıvadı. Bakış açısı ne olmalıydı? Yani öyküyü kimin ağzından anlatayım ben şimdi. 

“Bütün ağızlara yalan sakız gibi yapışmışken ben onu mu kullanayım seni mi beni mi?”

“Yok yok bundan sonra kimse beni kullanamaz, hadi biri cesaret etsin! O zaman onu kullanırım. Hayda, insan kullanmaya mı başladın şimdi de!” 


Babası olsa öyle söylerdi. Kahramanımızın babası bir polis memuruydu. Anlı şanlı polis memuru, kızı güzel yerlere gelsin diye nasıl da edepli uslu yetiştirmişti onu. O, kızı işte babası gibi hep doğru bildiğini yapmış, kimseye hesap vermek zorunda kalmamıştı. O gün yine alnı ak pak işine gidecekti. 30 yaşında pek de güzel sayılmayacak bu kızcağızın tek isteği vardı: Bankada dil sınavını geçip müdür pozisyonunu kapmak! Evlenmezdi artık, evlenmek pek içinden gelmiyordu. Babasının kıskacından kurtulmuş, ayakları üzerine basmaya başlamışken bir erkek daha çekemezdi. Bunu da geçenlerde kuzenine yazmıştı. Tek konuştuğu yani yazıştığı kuzeniydi artık. Kimsesi yoktu, kuzeni de yarım yamalak vardı işte. 

Hiçbir an tam yatmayan ille bir iki tel havaya fırlayan saçlarına önce fön çekti. Sonra onları bir güzel köpükleyip yatırdığını sandı. Fırlamıyordu saçları. Kahvesini makineden almaya gidene kadar bir tel özgürlüğünü ilan etti derken ikinci, üçüncü… Müdür saçı yaptım diye kahvesini höpürdetirken bardağa yansıyan saçlarını görüp yıkıma uğradı. 


“Allah kahretsin bu saçı!” 


Siyah döpiyesini giyinip yumurta topuk ayakkabılarını ayağına geçirirken aslında müdür olamayacağını hissediyordu. Hisleri onu bugün yanıltmalıydı. Önce yazılı sınav sonucunu alacak, tüm şubelerde birinci olduğunu öğrendikten sonra merkeze mülakata gidecekti. Gitmeliydi. Bir sene boyunca her gün boşuna mı 6’da uyanmıştı. Bankanın servisi 8’de kapının önüne yanaşmıştı. Bindi, uzun eteklerini çekiştirdi. 

“Aman kızım, toplu taşıma araçlarında eteklerine çok dikkat et, bileğinden tahrik olacak erkekler var.” 

Babasının sesi kulaklarında çınlarken tahrik olabilecek erkeklere tek tek, kötü kötü baktı. Kötü kötü bakmayı aynada defalarca çalışmıştı. Babasının özel isteği olmasa da babasıyla ara sıra sokakta yürürken ona erkeklere kötü kötü bakmayı kendi kendime öğrendim başarısını göstermek istiyordu. Babası söylemezdi ama yandan gülümser içinden de:

“Aferin benim aslan kızıma” derdi. 

Demiştir herhalde, babalar içinden konuşur diye düşündü. Elini kaldırıp önünde sinek kovalama hareketi yaptı. Karşısında oturan genç adam, kıza garip garip baktı.

“ Kötü kötü bakana garip garip bakarlar tabi, bir de düşüncelerimi kovalarken ellerimi kullanıyorum. Deli miyim neyim. Mülakatta deli olduğumu anlamasalar bari.” 


Banka kapısı otomatik açılınca yüzüne vuran klima serinliğine şükretti. Müşterilere kötü kötü bakıp müdür yardımcısının odasına doğru yürüdü. 


“Kapıyı son kez tıklatıyorum. Yarın bu adamın da efendisi ben olurum.”

Adam, kafasını kaldırmadan gelenin kim olduğunu anladı. Ne vardı diye nahoş bir sesle sordu. 

“Sınav sonucu…”

İletişmeden de anlaşabilen insanların dünyası ne denli hızlıydı. Aylardır çalışıp gecesini gündüzüne kattığı sınavın sonucunu adam pat diye söyledi.

“İkinci oldunuz.”

 

Yumurta topuğunun arkasına dayanıp hızlı bir manevrayla döndü. Kapıdan çıkarken tek düşündüğü “Kendisinin efendisi olmayan, kimsenin efendisi olamaz.” sözüydü. Bunu da orada uydurmuştu. 


Söz kulaklarında ne güzel de çınlıyordu. Bir de üniversitede babasının söylediği sözü hatırladı. 

“Neden ikinci oldun, birinci olamadan mı?”


Yine ikinci olmuş, efendilik elden gitmiş, babası ve kendi benliği birbirine karışmış, kulaklarındaki çınlamayla sarhoş gibi sallanmaya başlamışken bir el kolundan tutmuştu.

“İyi misiniz hanımefendi?”


Adama en kötü haliyle kötü kötü bakıp dişlerinin arasından:

“İyi değilim ikinciyim” dedi.