Adam öfkeli, kadın üzgündü.

Kaşları çatık, burnundan soluyarak indi arabadan Kemal. Kapıyı sertçe kapattı. Meryem, gizlediği öfkesi ve açık ettiği üzüntüsüyle indi arabadan. Kemal'e nispet, altta kalmayacak kadar sertçe kapadı kapısını. Kemal daha da çattı kaşlarını, dişlerini sıktı, çenesini oynattı, bir şey demedi.

Yan yana yürüdüler. El ele, kol kola değil, yabancı gibi, mesafeli yan yana yürüdüler pazara doğru.

Sabah erken saatte çıkmışlardı evden. Birkaç gün önce doktorun Meryem'den istediği tetkikleri, tahlilleri yaptırmışlar, durumu değerlendirmesi için görüşmeye gidiyorlardı. Meryem çok iyi hissediyordu kendini, hem de son iki yıldır hissetmediği kadar iyi.   

Doktorun önünde duran raporlar tam aksini söylüyor olsa da...

Büyük, ferah, oldukça aydınlık, modern döşenmiş muayenehanenin odasında doktor, Kemal ve Meryem üçgen oluşturacak şekilde oturmuşlardı. Doktor raporları dikkatle inceliyor, sonra kendisi için bilgisayara notlar alıyor, tedavi şemasını inceledikçe yüzü kararıyor, odaya yavaş yavaş sıkıntı dalgaları yayılıyordu. Meryem'i ve Kemal'i sarıp sarmalayan bu duygu duvarlara kadar sinip, sessizce istila etti odayı. Odada birer metre mesafede oturan bu üç kişi kendi zihinlerinde birbirlerinden çok uzağa savrulmuşlardı. Kemalin bakışları duvardaki tabloya sabitlenmiş, aklı, baktığı yerden çok uzaklarda, koltuğa adeta yığılmış gibi oturuyordu. Meryem'in bakışları ise doktorun masasında duran isimliğe takılıydı; ahşap zemine hat yazısı ile "Yılmaz Karanlık" yazılmıştı. "Yılmaz" abisinin de adıydı Meryem'in. "Karanlık" soyadının ürkütücü çağrışımını, sevimsizliğini düşündü. Fark etmemişti daha önce. Karanlık. Kara... İnsanı yutan boşluk gibi korkunç, bilinmez... Ürperdi sanki. Yakıştıramadı bu ismi doktora. Aydınlık daha çok yakışırdı; uzun boylu, ince yapılı, atletik görünümüyle sağlık abidesi gibi duran bu genç adama.

 Karanlık isimli bir öyküyü hatırladı; yakın zamanda okumuştu. Hüzünlü güzel bir öyküydü. Öyküdeki çocuğun ismini hatırlamaya çalışıyordu ki doktorun sorusuyla düşüncelerinden sıyrılıp kaldırdı başını.

 Doktor, arkasına yaslanmış, dimdik oturuşu ve yüzündeki ciddi ifadeyle" mekânın sahibiyim" diyordu adeta. Sakin soğuk bir sesle sordu:


 —Meryem hanım, kemoterapiyi yarım mı bıraktınız?

 —Evet.

 —Neden?

—Zordu, çok zordu... Dayanacak gücü bulamadım.

—Radyoterapi tedavinizi tamamladınız mı ?

 —Evet

 —İlaç tedavisini de reddetmişsiniz!

 —Sadece bir kısmını...

Bunu söylerken kaçamak bir bakış attı eşine, Kemal'in yüzündeki dehşet veren şaşkınlığın, önce öfkeye sonra hayal kırıklığına evrildiğini gördü.

Kemal'in haberi yoktu ilaçları bıraktığından. Şimdi şımarık, sorumsuz ve düşüncesiz davranmakla suçlanacağını biliyordu Meryem. Zaman durmuş da sonsuza kadar bu bakışların altında ezileceği hissine kapıldı ve kaçırdı bakışlarını.

Doktor sordu:

—Ne sebeple?

—İyi gelmiyordu bana.

 —Yaaa.. Hekim misiniz ya da sağlıkçı mısınız? Hangi engin donanımınız sizi ehil yapıyor? Açıklayın da biz de aydınlanalım.

 —...


Aydınlık...Karanlık.. Biraz önce bu iki sözcük zihninde çarpışmamış mıydı? Gözü isimliğe takıldı tekrar. Sustu. Hasta hakları diye bir şey yok muydu? Tedaviyi reddetmek ya da kabul etmek hakkı değil miydi? Hipokrat yemininde "hastanın yararına olacağına kanaat getirdiğiniz ilacı zorla dayatınız" diye madde mi vardı? Hiçbir şey duymak istemiyordu Meryem, konuşmak da açıklamak da istemiyordu. Sağır kurbağanın hikayesi geldi aklına. Belli belirsiz gülümsedi.


—Meryem hanım durumun ciddiyetini anlayabiliyor musunuz? Bunun ihmali olmaz, ihmali olursa telafisi olmaz.

—Tedaviye devam etmek istemiyorum.

—Peki, neden burada olduğunuzu açıklayın öyleyse.


Meryem eşine çevirdi bakışlarını. Kemal :

  

—Yıllık kontrol için çağrılmıştık. Ona kalsa kontrole de gelmeyecekti, benim zorumla işte.

  

Doktor Meryem'e dönerek:


—Meryem hanım, gidin çevre yoluna, otobanda karşıdan karşıya geçin. Yaptığınız şey bununla aynı. Hatta böylesi daha kolay olur inanın.

 —...

Meryem sustu, iç sesini duymaya çalışıyordu. Doktor, onun intihar etmeye çalıştığını mı ima etmişti? Ne saçma! Yaşamak istiyordu; her anın, her günün tadına vararak hem de. Kendisine verilen ilaçların yan etkileri ağırdı; onu bitkin, uykusuz, sinirli yapıyor, bütün kemikleri ağrıyor, başı omuzları üzerinde var olduğu sürece baş ağrısından kurtulamayacağını düşünüyordu. Bu şikayetlerini onkoloğuna anlattığında "Bunlar depresyon belirtileri, yardım almalısınız. Sizin durumunuzdaki hastaların hepsine tavsiye ediyoruz" demişti Mustafa Hoca. Meryem bunu da reddetmişti; depresyon ilaçlarının da kanser ilaçları gibi ticari bir sektöre hizmet ettiğini düşünüyordu. İnsan sağlığı ikinci plandaydı, para öncelikleriydi. Yılda ne kadar kazanıyordu ilaç şirketleri kim bilir.

Bunları düşünürken keyifsizce kımıldadı oturduğu koltukta, arkasına yaslandı tekrar. Kurbanlık koyun gibi acizlik içerisinde oturup kendisine dayatma yapılmasını kabul etmeyecekti. Oysa ki savaşmak arzusu da yoktu içinde.

İlaçlar olmadan da kendi başına depresyondan sıyrılıp uzaklaşmanın yolunu müzikle ,şiirle ,kitaplarla bulmuştu işte. Hem Cem Mumcu "Depresyonun çaresi kanserdir" demez mi? Doğa üstü hiçbir şeye inanmasa da mucizelere inanıyordu. Hayatı mucizelerle doluydu. (Belki de kendisi her şeye böyle bir anlam yüklüyordu.) Sonuçta işe yarıyor, yaşam enerjisini canlı tutuyor, farkındalıklarla dolu güzel günler yaşıyordu. Yaşamayı seviyordu.

Doktorun sesine döndü:

—Açık konuşayım sizinle. Durum iyi gözükmüyor, boynunuzdaki lenf bezlerine metastaz yapmış...

diye devam ederken doktor, Meryem film izler gibi dışardan, uzaktan bir yerlerden baktığını hissetti kendine.

Asla geriye dönüp bakmayacağım diye söz vermişti Meryem. Bütün kapıları kapatıp, ardında bırakmıştı cehenneme benzeyen kemoterapi günlerini. Şimdiyse o kapılar tekrar açılıyordu. Karanlığa açılan kapılar. Ve bu adam... Doktor... Gözlerinden şimşekler çakarak bakıyor, ağzından çıkan her cümle Meryem'in içini yakıyordu. Olsun, acıya alışkındı. Zor olan korkuyla baş edebilmekti. Doğrusu artık korkmuyordu da.

Tedavi istemiyorum, patoloji sonucunu bekleyeceğim dedi Meryem. Durumunu öğrenmek istiyordu sadece. Bilinmeyen korkutur insanı, çünkü en kötü senaryoyu düşünür insan böyle durumlarda.

Sesini yükseltti doktor:

—Anarşist misin sen ya? Niye her şeye karşı çıkıyorsun?

Senli benli konuşmaya geçmişti doktor. Gülümsemeye çalıştı Meryem. Kemal çatık bir dalgınlıkla oturuyordu. Kızgınlık dolu bakışları Meryem'in yüzünde dolaştı.                   

"Patoloji sonucu çıktığında tekrar konuşalım öyleyse. Siz de düşünün iyice, bunun şakası yok!" dedi doktor.

Önce Meryem kalktı ayağa, el sıkıştı doktorla "Teşekkür ederim, kolay gelsin." dedi. "Sizin gibi hastalarla pek kolay olmuyor maalesef" dedi doktor.

Kemal, Meryem'e "sen çık, ben geliyorum." dedi.

Meryem dışarda beklerken alacağı kararın olası sonuçlarını düşündü. Çocuklarının, eşinin ve sevdiklerinin duygusal yaşantılarında nelere sebep olabileceğini? Sonra hızla kaçar gibi uzaklaştı bu düşünceden. Önceliği kendisiydi artık. Kendisi ne isterse ne hissediyorsa, nasıl olsun diyorsa o. Bencilce mi? Belki..

Kemal geldi. Hiç konuşmadan arabaya kadar yürüdüler. Sevdiğine duyduğu öfke, kendi içini daha çok yakmıştı Kemalin. Konuşmak istiyor ama ağzını açsa, haykıracak, bağıracak, ağzından kelimeler yerine lavlar akacaktı. Konuşmadı. Göğüs kafesini ortadan ikiye ayırmışlar, öylece açık bırakmışlar gibi hissediyordu Kemal. Arabaya binerken derin bir iç çekti yalnızca. "Acıktın mı? Kahvaltı yapalım bir yerde" dedi. Midesi bulanıyordu Meryem'in. "Yok, acıkmadım ama eve girmeden pazara uğrayalım, portakal çekti canım. Yeşillik de alırız." dedi.

Meryem'in içinde zıt duygular çarpışıyordu. Ağlayamayacak kadar çaresiz hissediyor sonra her şey olacağına varır diyordu. Ağlamak ya da gülmek onun seçimi değil miydi? Pazara doğru yürürlerken hanımeli kokusuna döndü; güzel kokulu minik beyaz çiçeklere baktı. Güzel olana çevirecekti başını. Kendiyle konuştu böyle, Kemal'e bir şey demedi. Böyle zamanlarda konuşmaları mümkün olmuyor ve hatta kavga etmeleri bile imkansızlaşıyordu. Kemal kavga etmeyi de küsmeyi de beceremezdi zaten, içinde yaşardı her şeyi. Pazara girdiklerinde mis gibi çilek kokusu karşıladı onları. Rengarenk meyve tezgahlarının yanından geçip portakalların olduğu yerde durdu Meryem. Bir portakalı alıp eline kokladı, Kemal'e uzattı koklaması için, başını çevirdi Kemal. Seçtiği portakalları poşete doldurdu, Kemal ödedi parasını, poşeti aldı Meryem'in elinden. Neredeyse her tezgahın önünde durdu Meryem. "Kolay gelsin, hayırlı işler, bol müşteriler" diyordu. Bazıları tanıyordu artık Meryem'i. Kemal gereksiz buluyordu bu selamlaşmaları.

Yeşillikleri tezgaha dizen yedi sekiz yaşlarında iki çocuğun küçük tezgahının önünde durdu. "Kolay gelsin, gençler" dedi. Çocuklar baktı ,biri "sağ o"l diye mırıldandı. Her şeyin fiyatını tek tek sordu Meryem, konuşmak istiyordu çocuklarla ama çocuklar pek hevesli değil gibiydi. Maydanoz, yeşil soğan, marul istedi. "Roka var mı?" diye sordu. Çocuklar sağa sola bakarken babası olduğunu tahmin ettiği adam hızlı adımlarla geldi " arkandaki kasada var oğlum, boşalt hepsini tezgaha." dedi. "Nane var mı?" dedi Meryem. Çocuklar şaşkın bakıyorlardı. Babaları arka kasalardan birinden bir demet naneyi eline alıp sallayarak "Süleyman bak oğlum nane bu. Koyun bunları da tezgaha" dedi. Meryem çocuğa "Aaa, adın Süleyman mı? Babamın adı" dedi gülümseyerek. Çocuk hiçbir şey demedi. Babası " Aha Süleyman kaptın abladan bahşişi şimdi, çabuk çabuk bekletme ablayı" dedi. Meryem çantasından para çıkarıp uzattı çocuğa "üstü senin, dondurma yersiniz belki." dedi göz kırparak. Çocuk aldı parayı, utandı, bir şey demedi. Kemal Meryem'e baktı, gülümsedi. Elini omuzuna atıp çekti kendine doğru. Tezgahtan uzaklaşırken "Amma cimrisin sen ha... Yemek parası verseydin ya çocuklara." dedi. Gülüştüler. Meryem için pazar alışverişi terapi gibiydi.