Bir yerde durup izlemek gerek hayatı. Ölüm bizi çepeçevre kuşatırken en az pişmanlığı seçip kuşanmak gerek.

Şehrin canavarlaştığı seslere kulak asıyoruz. Ondan nefret ediyoruz, modern insandan vesaire... Liyakatın kökü layıktan gelir diyoruz dilimizde tüy bitinceye kadar. Harflerin arasındaki boşluktan bir kir akıyor, bunu ne yapmalıyız? İnsanlığımızın sığdığı yer mi daraldı dersiniz, yoksa haklı olmak arzusu göz pınarlarımızı mı uyuşturdu? Onca soru, onca hırs vesaire, bir yerde durup izlemek gerek hayatı.

Tanpınar Huzur'u yazdığında sanıyorum şadırvanda şakıyan suyun, neftiliğin ve güneş izli kitapların bir huzuru vardı. Ya da belki kaybedilmiş en son şeydir huzur, daha ona gelmeden pek çok şey kaybolmuş olabilir. Bugün bir küpeşteye dayanıp İstanbul'u izlemek rüyası, kabusun eşiğinde duran dönence gibi. Başkası ve başkaları; madde veya şeyin öncesinde bir merkez oluşturuyor artık. Açık bir biçimde söylemek gerekirse artık bir cadde arası; tenhadan dolayı değil, kalabalıktan dolayı korkunç.

Ferdîcilikti, çoğun düşünmekti gibi sair düşünceler de yalan dahası. Etik çemberi, kendi ticari gömleği altında hatlaşıyor. Kitapların yasak olması korkunçtu, daha korkuncu ise şimdi: Ticaretin ikonu kof pasta dilimleriyle dağıtılıyor. Herkes birbirine benziyor. Herkes aynı çiçeğe hayran. Yarın ay ışığı denize vursa, peşi sıra boğulacak pek çok insan var.

Bir yerde durup izlemek gerek hayatı. Ona katılmadan, katışmadan öylece izlemek. Kırık bir kalple dolaşmak yaşamak demektir, kalpsiz olmak en kötüsü... İyisi mi izlemek gerek, evet evet iyisi izlemek.