Her yerde gürültü, dolu camlar ve yansımalar; kaçamıyorsun, nefes alınacak yerleri kapmışlar, yalnız başına kahveni içemeyecek kadar içindesin. Artık sende onlardan bir parçasısın, parmaklarını fincana götürürken yok olma arzusunu dindiremeyecek kadar insansın. 


Karşına yine o oturuyor. Ağzı hiç durmaz mı bu adamın merak ediyorsun. Durmadan bir şeyler anlatıyor. Duygulardan, bir şeylerden dem vurup diğerini yüceltiyor. Sen dilsizsin, kahveni içip bir saat bu adama katlanmak için kafeye geliyorsun. Hane bunu da istiyorsun. Yoksa bir saniye katlanamazsın bu adama. 


“Bana sorarsan insanlar hep kolaya kaçıyor,” diye başlıyor cümlesine. Nereye gideceğini biliyorsun. O da kahve içiyor, elinde sigarası, kafe olmadığı kadar uğultuyla coşuyor. Herkes bir şeyler anlatıp dururken senin dinlemen ise can sıkıcı olmaktan öte bir lütuf. Anlatacak bir şeyin yok olsa da söyleyecek fikrin yok. Bunla gurur duyuyorsun.  


Adam konuşmasına devam ediyor, heyecanlı, kimse ağzından çıkacak kelimelere saygısı ve sabrı olmadığından coşkuyla söylediği cümlelerden kendine geçiyor; kahvesi soğumuş, sigarası bitmiş adam farkında değil. Durmadan konuşuyor. Aç bir köpek gibi. 


“Hayatım da hep bir acı içinde bulundum, zamanla buna ayırdığım benliğim artık daha güçlü ama her anımla beraber hissizleşmeye başladığımı fark ediyorum,” diyor. Ağzına götürdüğü fincandan kahve bulaşıyor dudaklarına, kısa sakalarından yol alıp masaya damlıyor. Kızarıyor ve özür dileyip hemen peçete ile silmeye kalkışıyor.  


Hafif gülümsüyorsun adama, sorun yok dercesine. Adam senden minnettar, senin ise minnettar olana nefretin bol. Ses etmiyorsun.  


Sana Jack diye bilir miyim dediğin de sesin çıkmadı, omuz silktin. Canın sıkılıyordu ve bu püsmüş sürekli konuşan adama konuşması için fırsat vermiştin. İhtiyacı var gibiydi. Senin ise bir kahve içmeye.  


Ama artık sıkılmıştın. Sürekli aynı alanda dans eden, acılarını ve duygularını derin yaşadığı için kendini özel hissetmesi ve bunu talep etmesi sinirine dokunmaya başlamıştı. O konuştukça görmezlikten gelmek daha da kolaylaşıyordu. Oysa sussa. Bir an kimsenin, bu uğultunun ve herkesin sikinde olmadığı fark etse, bir daha ağzı bıçak açmayacak. İşte kaçırdığı şey bu, herkes gibi.  


Tarlada koşup top oynan çocuktun sende, büyüdün, hislerin göğsünde birikince, ağzın açılınca ve değersiz bir taşa dönüşünce, ayna karşısında dilini kestin. Her yer kandı. Kırmızı tonların göz alıcılığı gözlerini kamaştırmıştı. Doktor neden dediğinde cevap vermemek ne büyük bir lükstü senin için. Herkes sana bir isim taktı. Sen yürüdün. Söyleyecek kelimeleri susturdun ve bunun senin için ne kadar büyük bir dönüm noktası olduğunu fark ettin. Kimse senden bir şey talep etmiyordu artık. Dilini kesen sen, sessizliğe hürmetin çok. 


Şimdi karşıdaki adamın anlattıkları şeylerin doğruluk, iyilik ve dürüstlükten öte sadece uğultu olduğunu biliyorsun. Anlamsızlığı tatmışsın sen. Sana Jack diyor, dostu olarak görüyor. Ne büyük aptallık. 

Kafe gittikçe uğultular içine gömülüyor. Pencerelerden yansıyan suratlar, ardında geçen arabalar ve alışveriş yapan insanların elindeki telefonla var olma cabalarını süzüyorsun. Adam konuşuyor sen oralı değilsin. Gözlerin dışardaki kayıp giden yaşamda.  


Ayağa kalkıyorsun, adamın suratında kocaman bir endişe. Evet dostum seni terk ediyorum. 

Bana söyleyeceklerinin bir anlamı yok. Dinleyen yok dostum. Bunları söylemek istiyorsun. Ama susmakta bir cevap ve o anlayacak.  


Uğultuyu terk eden kafenin kapısından çıkıyorsun. Kimse orada olduğu bilmeyecek, görenler unutacak, adam belki ağlar sonra diner, büyüyecek.  


Hayat işte...  


Jack öldü dostum.