Güneş, birazdan sevdiği adamdan evlilik teklifi alacak gibi heyecanlı, kuşlar zincirlerinden kurtulmuş köleler gibi özgür ve tüm korkulardan, alışkanlıklardan bihaber çocuklar koşuşturuyor küçük ayaklarıyla bu parkta. 

Göz alıcı yaşamın sinematografik bir kesitine şahit olmuş gibi seyrettiğim ağaçlar, sallanan yapraklar, açan çicekler ve nefes almayı sevdiren toprak kokusuyla insanın içi ferahlıyordu. 

Belediyenin yalnızlar için yaptığı veya bir yalnızın özel isteğiyle yapılmış olan muzip bir bankta oturuyor, tüm olan biteni keyifle yaşıyordum. 

Aslında işten çıkmış, bitkin bir hâldeydim.

Karşımda her şeyi müsterih bir bahar sabahı vardı, evet ama aynı zamanda işlediğim onlarca suçun yükü altında şiddetle eziliyordum. 

Sanki bir yengeç sımsıkı tutunmuştu içimdeki o yere. 

Bazen kendimi kaptırıyordum etrafımdaki güzelliklere, bazen ise kendime hasımkâr eleştirilerde bulunuyordum. 

Sancılı bir hâlde belli belirsiz kıvranıyordum. 

Bu durumdan kurtulmanın yollarını çaresizce aklımın bir kenarında çözmeye çalışıyordum. 


Etrafımda gülen pirinç kadar dişleriyle küçük çocuklar nasıl da masumdular!

Onları gururla izleyen babalarını, ellerinden tutan annelerini gördükçe mutluluklarını içten içe kıskandığımı fark ettim. Böylece daha çok düşünüyor, dalıp gidiyor, nihayetinde canımı daha da sıkıyordum. 

İçimde huzur ile huzursuzluk, vücudumda grip ile aldığım antibiyotikler gibi savaş veriyordu sanki. 

Küçük çocuklar kuşlara buğday atıyordu, kuşlar ise büyük bir iştahla birbirlerini ite kaka yiyorlardı. 

Sonra çocuklar onları böyle gördükçe gülüyor, mutlulukla üzerilerine koşuyordu. 

Herkes, her şey fazlasıyla mutluydu ve benim payıma düşeni alamıyor gibiydim. 


Aklımda bir fikir belirdi o sıra.

“Ben de bu kuşları beslersem belki çocuklar gibi mutlu olabilirim." 

Bir an olsun suçluluk duygusundan ezilen sırtım, belki bir an olsun içime kıskaçlarıyla asılan bu baş belası yengeçten kurtulabilirdim. 

Biraz olsun vicdanım rahatlardı belki. 

Tanrı biraz olsun su serpiştirirdi yüreğime belki. 

Bu fikir bir anda tüm bitkinliğimi alıp götürdü ve kalbim hızlanmaya başladı. 

Hemen parkın girişindeki bakkala gittim ve bir paket buğday aldım. 


Koştur koştur parka geri döndüğümde benim yalnızlar bankının önünde tekerlekli sandalyeli bir ihtiyar durmuş dinleniyordu. 

Sıcaklar onu epey terletmişti belli ki. Mendilini çıkartmış, kel kafasındaki tomurcuklaşmış terleri siliyordu. 

Fakat yine de parkın neşe saçan havası için tüm sıcağı göze alıp bu zahmetli yolu gelmişti. 

Bu durum, içimde son derece rahatsızlık uyandırdı. 

Elbette parka gelebilirdi, karnaval havası onun da hakkıydı fakat benim bankımın önünde duramazdı, manzaramı bozuyordu. 

Aslında başka bir banka geçip oradan kuşlara yem verebilir ve yine keyfimi bulabilirdim ama hayır o bank benimdi!

İlk ben gelmiştim, hep ben geliyordum. 

Nereden çıkıp geldi de rahatımı bozuyor bu adam?

İnat etmiştim, oraya oturup onun gitmesini bekleyecektim. 

En nihayetinde vurdumduymaz bir tavır sergilerse onu oradan kibar bir dille kovacaktım. 

Hatta bu kibar olmayabilirdi bile. 

Evet, evet! Doğrusu aklıma yatmıştı bu fikir. 

Çünkü aklımda canlanan bir fotoğraf vardı. 

Ben bu gölgelik bankta oturacak, kuşlara yem verecektim ve içimde ikide bir alevlenen ateş biraz olsun dinecekti. 

Aldığım nefesi daha içten alacaktım, her şey daha da derinleşecekti. 

Tanrı bu hareketimden hoşnut olacak ve yengecin inatçı kıskaçlarını içimden söküp atacaktı.

Tüm plan, tüm pazarlık yapılmıştı.


Ağır ama sesli adımlarla banka oturdum. 

Rahatsız edici bir sesle genzimi temizledim. 

İhtiyar hiç oralı bile olmuyor, etrafı komedi filmi izlercesine sırıtkan suratıyla izliyordu. 

Ben ise elimde buğday poşetiyle karşımdaki neşeli ihtiyara gözlerimi dikmiş, öfke ve nefret karışımı suratımla rahatsızlığımı belli etmeye çalışıyordum. 


Bir süre sonra canıma tak etti ve en iyisi onu buradan kovmak diye düşündüm. 

Aklımda bir konuşma metni ayarlamıştım, zorluk çıkarırsa çirkefleşecektim.

Oturduğum yerden doğruldum, omuzlarımı silktim. Tam olarak ağzımı açıp konuşmaya başlıyordum ki...

Olanlar oldu. O anı hiç unutamayacağım. 

Tanrı, bana insanın rezilliğini anlatan ve ölene kadar unutmamam gereken bir tirat oynattı. İhtiyara tam bir şey demeye yeltendiğim o vakit başımın üzerine kuş pisliği düştü. Evet! Koyu yeşil ve beyaz renkleriyle, dayanılmaz keskin kokusuyla, kulağımın kenarından akıyordu hatta. 

Birkaç saniye kıpırdamadım, heykel gibi kayıtsız bir hareketlilikle kaldım. 

Öfkem daha da artmıştı. Kıpkırmızı olmuştum. İhtiyar tam yanımda olaya şahit oldu ve bana doğru döndü. 

Dostane gülümsemeyle cebinden bir peçete çıkartıp bana uzattı. O an yer yarıldı yerin içine girdim sanki. Elbette kuşun pislemesi değildi mesele. Mesele bu yaşlı ihtiyarı biraz buradan önce kovacak olduğumdu. Peki ne için? 

Vicdan mastürbasyonu yapmak için. Fakirlere patates, soğan dağıtan kibirli bir diktatörden hiçbir farkım kalmamıştı. 

Tanrının beni ödüllendireceğini düşünmüştüm çünkü kuşları doyurarak ve "Ne kadar iyi bir insanım." diye kendimi pohpohlayarak, son derece kibirli ve kendini kandırmış bir adam olarak orada masum bir insanı kırmayı göze almıştım. 

Mahcubiyetle mendili alıp teşekkür ettim. 

Müthiş bir utançla oradan kalkıp giderken bir anda durdum ve geri döndüm. Elimdeki buğday dolu poşeti ihtiyara uzattım. 

Gözlerimi gözlerine getirme cesaretinde bulunup baktığımda bana babacan bir tebessüm ile bakıp teşekkür etti. 

Sonra hızla arkamı dönüp oradan kaçarcasına koşar adımlarla yürümeye koyuldum. 


Uzunca bir vakit yürüdükten sonra artık ne başımda kuş pisliği kalmıştı ne buğday ne güneş ne bahar. 

Her şey bitmişti ve ben hâlâ yürüyordum. 

İçimde oturan öküz, kıskaçlı yengeç hâlâ orada hatta daha güçlü bir şekilde tutunuyor, içimi daha çok sıkıyordu artık. 

Neyi yanlış yapmıştım? Yürüdükçe düşündüm, düşündükçe yürüdüm. Epey bir yol katettikten sonra kararmış gökyüzünün koyu mavi toz bulutlarına baktığımda adeta içimde fısıldaşan bir ses bana anlattı neler olduğunu. 


Anladım ki iyilik vicdani çıkardır. Fakat salt iyilik vicdanın kendisidir. Çünkü salt iyilik, çıkarsız paylaşmaktır. Sancılarından kaçmak için vicdan pazarlığı yapmak, insanın kendisine söylediği bir yalandır.

Tanrı bu pazarlığı bilir ve artık bağışlama değil pazarlık kuralları geçerlidir. Ve her pazarlık masasında Tanrı verdiği kadarını kesinlikle alır. 

Nihayetinde de insan salt huzura, iyiliğe ulaşamaz; yarım kalır. 

Bir de insan pazarlık masasında kaybedince ve gerçeklerle yüzleşince hissedeceği tek şey genellikle kibirdir. Evet namuslu insanlar ve işini aksatmayanlar bu hataya düşerler hep. 

Bir de Tanrı hiçbir şeyi tam olarak vermez, sadece fırsatını verir. Salt iyiliği bilen insanlar -ki sayıları pek azdır- bu işin sırrının paylaşmakla olduğunu bilir. 


Böylelikle başımdan geçen birkaç dakikalık anı bana hayatta unutamayacağım bir ders vermişti.

Ayrıca teşekkürler Jim. 



Bazen yolda süratle giderken kenarda birkaç saniyelik gördüğünüz bir trafik kazası tüm hayatınızı değiştirebilir. 


-Jim Morrison