Edebiyatın bir oyun olduğunu söylemişsiniz…
Gerçekten öyle. Benim için edebiyat oyun oynamanın bir şeklidir. Ama iki farklı oyun türü olduğunu da eklerim her zaman: Örneğin futbol temelde bir oyundur ama belirli durumlarda derin ve ciddi bir şey de olabilir. Çocuklar oynuyorsa, amaçları eğlenmektir ama bu eğlenceyi ciddiye alırlar. Buraya dikkat edin, bu önemli bir şey çünkü. Çocuklar şimdi bu oyunu ne kadar ciddiye alıyorlarsa, büyüdüklerinde de aşkı o kadar ciddiye alacaklar. Küçüklüğümü hatırlıyorum, annemle babam “Tamam, yeterince oynadın, şimdi banyo yapmalısın” derdi. Bu bana ahmakça gelirdi, çünkü bana göre banyo yapmak kadar saçma bir şey yoktu. Banyo yapmak tamamen önemsizken, arkadaşlarımla oynamak çok önemliydi. Edebiyat da bir oyundan başka bir şey değildir. Hayatınızı koyduğunuz, uğruna her şeyi göze alabileceğiniz bir oyun…
Kurmacayla, fantastikle ilgilenmeye ne zaman başladınız?
Çocukluğumda. Genç sınıf arkadaşlarımın çoğu için fantastik kavramı herhangi bir anlam taşımıyordu. Onlar her şeyi ‘olduğu gibi’ ele alıyorlardı. İşte bu bir bitkiydi, şu bir koltuk. Benim içinse hiçbir şey o kadar belirgin değildi. Bir tek hâlâ hayatta olan hayalperest annem yüreklendiriyordu beni ve “Hayır, hayır, ciddiyete dönmelisin” demek yerine, hayallerim var diye mutlu oluyordu. Fantastiğin dünyasına döndüğümde okumam için kitaplar vererek bana yardım etti. Edgar Allan Poe’yu ilk kez 9 yaşımdayken okudum. Annem bu tür kitaplar okumama izin vermiyordu, ben de çaldım. Aslında şimdi düşününce anneme hak veriyorum, o kitap bir çocuğa göre değildi. O kadar korkmuştum ki, üç ay kadar uyuyamadım, çünkü Poe’nun yazdıklarını gerçek sanmıştım. Fantastik bugün de kuşku duyabileceğim bir şey değil, ne okuyorsam inanıyorum ben. Her neyse, bu kitapları arkadaşlarıma bu tür kitapları verdiğimde, “Yok yahu, biz kovboy hikayeleri okumayı tercih ederiz” derlerdi. O zamanlar kovboylar popülerdi. Buna anlam veremiyor, fantastiğin, doğaüstünün dünyasını tercih ediyordum.
Yazma alışkanlıklarınızdan bahseder misiniz?
Ben yazarken değişmeyen ve asla da değişmeyecek olan şey, total anarşi ve düzensizlik. Kesinlikle hiçbir yöntemim yok. Bir hikaye yazmak istediğimde, geri kalan her şeyi bırakıyorum ve sadece o hikayeyi yazıyorum. Ve bazen bir hikaye yazdıktan sonraki ilk birkaç ay boyunca, iki- üç tane daha yazacağımı biliyorum. Çünkü genel olarak, hikayeler bana seri olarak geliyor. Algılarım açılıyor ve bir hikaye bitmeden bir diğerini “yakalıyorum”. Daha doğrusu hikaye içime “düşüyor”. Ama sonra bir yıl boyunca tek satır yazmayabiliyorum. Gerçi son birkaç yıldır daktilo başındaki zamanımı politik yazılar yazarak geçirdim. Nikaragua hakkında yazdığım metinler ya da Arjantin hakkında yazdığım şeylerin edebiyatla ilgisi yok, bunlar militanca şeyler.
Nerede yazıyorsunuz?
Belirli bir yerim yok. Başlangıçta, daha genç ve fiziksel olarak daha dirençli olduğum yıllarda, örneğin Paris’te yaşarken, Seksek’in büyük bir bölümünü kafelerde yazmıştım. Çünkü gürültü beni rahatsız etmiyordu, tam tersine çok hoş yerlerdi. Kafelerde çok çalıştım; okudum ve yazdım. Ama yaşlandıkça daha zor bir adam oldum. Şimdi yalnızca kesin sessizlikte yazabiliyorum. Ben çalışırken müzik kesinlikle yasak, çünkü müzik başka bir şey, yazmak bambaşka bir şey. Bir otel odası, bir uçak ya da bir dost evi fark etmez, bana kesin sükunet lazım.
Amatör trompetçi olduğunuzu okudum, çalıyor musunuz hâlâ?
Hayır. Bu ne yazık ki çok genç yaşta ölen sevgili arkadaşım Paul Blackburn tarafından uydurulmuş bir şey, bir efsane. Evde kendim için trompet çaldığımı biliyordu. Bu yüzden bana her zaman “Birlikte çalacağın bazı müzisyenlerle tanışmalısın” derdi. Ben de, “Hayır, Amerikalıların dediği gibi, bunun bedelini ödemeye hazır değilim” diye cevap verirdim. Yeteneğim yoktu, kendim için çalıyordum. Bir Jelly Roll Morton plağı koyardım pikaba, ya da bir Armstrong hatta erken dönem Ellington… Bilhassa blues parçalarında melodiyi takip etmek kolaydır. Onları dinlerken eğlenir, bir yandan da trompetimle eşlik ederdim. Onlara eşlik etmem onlardan biri olduğum anlamına kesinlikle gelmiyor. Caz müzisyenlerine yaklaşmaya bile cesaret edemedim. Bakın şimdi trompetim şu öteki odada bir kerlerde kayıp. Hepsi Blackburn yüzünden. Bir de tabii trompet çalarken çekilmiş fotoğrafım var, insanlar biraz da bu yüzden çalabildiğimi sanıyor. Yazdıklarımı yayınlamaya başlamadan önce emin olana kadar beklemiştim, trompet için de emin olacağım günü bekledim. Ne yazık ki o gün hiç gelmedi.
Hayatla yazmak arasında bir ahenk kurabildiniz mi?
Evet ve hayır. Bu önceliklerinize bağlı bir şey. Öncelikler, bir bireyin ahlaki sorumluluğuna dokunmaksa, aynı fikirdeyim. Ama durmadan şikayet eden birçok insan tanıyorum, “Ah, roman yazmak istiyorum ama önce şu evi satmak zorundayım, sonra vergiler var, ne yapacağım?” Bunun gibi sebepler. “Bütün gün ofiste çalışıyorum, yazmamı nasıl bekliyorsun?” Sonuçta ben de bütün gün UNESCO’da çalıştım ve eve gelip “Seksek”i yazdım. İnsan yazmak isterse yazar. Yazmak için yaratılmışsa, yazar.
Şöhret ve başarı size mutlu etti mi?
Dinleyin, kimse inanmayacak ama başarı benim için bir zevk değil. Hayatımı yazdıklarımdan kazanabildiğim için mutluyum, bu yüzden de popüler ve eleştirel başarıya katlanmak zorundayım. Ama tanınmadığım zamanlarda daha mutluydum. Daha mutlu. Şimdi Latin Amerika ya da İspanya’da fark edilmeden ya da imza vermek zorunda kalmadan 10 metre bile yürüyemem. Dokunaklı bir durum, çünkü onlar okurlarım çoğunlukla genç ve ısrarcı. Yazdıklarımı sevdikleri için mutluyum ama mahremiyetim kalmadı. Avrupa’nın hiçbir yerinde denize giremem, beş dakika içinde bir fotoğrafçı beliriverir. Bilemiyorum, belki de gizlenmeme olanak vermeyen bir görüntüm var. Ufak tefek biri olsaydım, tıraş olur ve güneş gözlüklerimi takardım ama bu boyla beni uzaktan gördüklerinde bile tanıyorlar. Öte yandan, çok güzel şeyler de oluyor. Bir ay kadar önce Barselona’daydım, bir akşam ünlü Gotik Mahalle’de dolaşıyordum, çok güzel gitar çalıp şarkı söyleyen bir Amerikalı bir kızla karşılaştım. Hayatını kazanmak için sokakta şarkı söylüyordu. Çok saf ve net bir ses olan Joan Baez’e benziyordu. Onu dinlemek için bir grup Barselonalı gence yaklaştım ama biraz geride, gölgede durdum. Bir süre sonra 20’sinde görünen yakışıklı bir delikanlı yanıma geldi, elinde bir kek vardı. “Julio, bir parça alsana” dedi. Ben de bir parça alıp teşekkür ettim. “Teşekküre gerek yok, bana verdiğin şeylerin yanında benim sana ikram ettiğim bu kek ne ki?” diye cevap verdi. “Böyle söyleme” dedim ve birbirimize sarıldık. Sonra gitti. Evet ya, bu işler böyledir, bir yazar olarak aldığım en güzel armağanlardan biridir bu. Yanınıza genç bir adam veya kadın gelir ve size bir parça kek uzatır, işte bu her şeydir. Yazmanın çilesi kesinlikle buna değer.
Çeviren: Gülenay Börekçi
Kaynak: https://egoistokur.com/julio-cortazar-insan-yazmak-icin-yaratilmissa-yazar/