Şimdiden Güney Amerika sinemasının en iyileri arasına girmeyi başaran Los Delincuentes – Kabahatliler, çözümden ziyade işaret tabelalarına yönlendiren sorular sorduran soğukkanlı bir yapım.


Cannes’da ‘Belirli Bir Bakış’ ödülünü kazandı. Ayrıca Arjantin’in de Oscar adayı. 3 saatten fazla süren filmde, kapitalist çalışma hayatına derinlemesine bir eleştiri ortaya koyulmasının yanında, insanın toplumdaki yeri ve bireysel olarak varlığı tartışma konusu oluyor.


Çalışma hayatı, kapitalist dünyada bir meta. İnsan, elindeki en önemli kazancı olan zamanını, cüzi bir miktar para karşılığında satıyor. Üstelik sıkıcı bir çalışma ortamında, sarı ışıklar altında ve metalik kokular içerisinde geçiyor bu zaman. Yıllar bu şekilde akarken, insanın elinde çoğu zaman kalan tek şey pişmanlık, çaresizlik ve ümitsizlik oluyor. ‘Değdi mi’ diye soruyor insan; ‘9-6 yollarında geçen ömre değdi mi?’


Kabahatliler, bu ve buna benzer birçok soruyu sormamızı sağlayan bir yapım olarak karşımıza çıkarken, çözüm yolları üretmekten ziyade bu tür sorular üzerinde duruyor. Yaşamak için çalışmaktan başka bir yol düşünemeyen bir insan için, ‘hiçbir şey yapmadan yaşayabilir miyim’ sorusu nasıl bir etki yaratır?


Bankada başlayan bu çalışma hayatındaki esaret hikayesi, gerçek bir esaret mekanı olan hapishaneye kadar uzanır. Moran, banka çalışanıdır ve bir şekilde bu esir yaşamdan kendini kurtarmak için bankadan bir miktar parayı soyar. 30 sene bankada esir olmaktansa, 3 yıl hapishane hayatı yaşamayı tercih eder. Sonrasında hayat planlamasına yetecek kadar bankadan soyduğu ‘yeterli miktarda’ parayla, çalışmadan, daha özgür bir hayatı yaşayabilecektir. Bu amaç için suç işlemekten de sakınmamıştır.


Hapse düştüğünde de bankadan soyduğu parayı saklaması için, bankadaki mesai arkadaşı Roman’dan yardım ister. Roman da oldukça işkolik, verilen talimatlara göre hayatını sürdüren, bir şey yapmak için talimat bekleyen biridir. Moran, Roman’ın karakterine uygun bir şekilde parayı nasıl saklaması gerektiğini talimat vererek ona anlatır. Bu kısımdan sonra filmin yüzü bir anda doğaya, dağa, taşa, nehirlere, çimenlere döner. Şehirden uzaklaşmak Roman’a çok iyi gelmiştir. Doğa halinde, çalışmadan yaşayan insanlara denk gelir ve burada bir kadınla tanışır. Bu kadın, ona yeniden yaşama hissi verir.


Genel hatlarıyla filmi beğendim. Hard kapitalist iş hayatını ve bu iş hayatının insanı nasıl pasif, yaşam fonksiyonlarını kaybetmiş bir yaratığa dönüştürdüğünü çok farklı bir lisanda anlatıyor. Yani bildiğiniz, gördüğünüz tüm kapitalizm eleştirilerini unutun. Bu başka. Kapitalist dünya eleştirisi yapan diğer yapımların ütopik ve sürrealist dilinden ziyade, burada insanı merkeze koyan ve direkt olarak insanı etkileyen süreçlere değiniliyor. Sert gerçekçi ve bir o kadar da soğukkanlı bir yapım.


Fazla durağan olması olumsuz olarak gördüğüm tek nokta olsa da, konu bütünlüğüne bakıldığında durağanlık da filmin bir parçası. Filmde durağanlığa, sıradanlığa ve sakinliğe bir övgü var zaten. Ayrıca ‘kadın’, kapitalist buhrandan bir çıkış yolu olarak da gösteriliyor. Ama doğa halindeki kadın. Şehir hayatı yaşayan kadınla birlikte olmak da bir buhran. Oysa doğa halindeki kadın yaşam dolu ve her an bir yenilik, bir heyecan sunuyor. Bu noktada kadın metaforu da filmin önemli detaylarından biri.


Zeki Demirkubuz’un Hayat filminde, Cem Davran’ın hayat verdiği Orhan karakterinin sözleri geldi bu filmden sonra aklıma:


‘’Bazen aklıma şey takılıyor; yani hep böyle, hep aynı yerde, ertesi gün ne olacağı belli bir şekilde tekrar tekrar aynı şeyleri yaşayarak mı geçecek bu ömür diye. Sabah kalkıyorum, bir bakıyorum; sabah dünkü sabah. Dünkü sabah yarınki. O da ertesi yılda bir sabah. Öğlenler de öyle, akşamlar da öyle… Kafam öyle karışıyor ki deliriyorum zannediyorum.’’


Bu hayatı kimin için yaşıyoruz? Bizim için en önemli şey zaman mı yoksa para mı? Para ise mutlu muyuz? Zaman ise zaman bulmak için ne yapıyoruz? İnsanın tam anlamıyla bir özgürlüğe kavuşması nasıl mümkün olabilir? Birey olarak yalnızlaşmak mı yoksa toplumun normlarına ayak uydurmak mı? Bireysel yalnızlık insanı korkutuyor mu? Bireyselleşerek, yalnızlığımızı özgürleştirmek mümkün mü?


Tüm bu soruların anlam bulduğu, kapitalist dünya eleştirisi ortaya koyarken çözüm olarak ulaşılması zor ütopik bir özgürlük evreni ortaya koymayan, insan odaklı, olaylara daha gerçekçi yaklaşan, varlığımızın nedenlerini bolca sorular sordurarak düşündüren, sadeliğe serenat yapan bir yapım var karşımızda. Uzunluğu ve durağanlığı belki izleyenleri sıkacaktır ama sinema gurmelerinin bir şekilde derinlemesine izlemesi gereken bir yapım.


Yönetmen, film boyunca zihnimizde onlarca soru oluşmasını sağlarken, film bittikten sonra da şu soruyu sorduruyor: ‘’Şimdi ben bu sorularla ne yapacağım?’’