Kabile, ilişkisel özellikleriyle; istekle, yürekten, birbirine destek olan, birbirinden güç alan, keyfi kederi, olanı olmayanı paylaşan topluluk.

Bir yıl kadar önceydi, kabile aramakla ilgili bir yazıya denk gelmiştim. İçinde olduğum halin, kabilesi olmayan biri olmakla eş değer olduğunu fark etmiştim. Yazı, kabilesini aramaya başlayışını ve nasıl bulduğunu, şimdi yapmakta olduğu şeylerle beraber bütünleştiğini anlatıyordu. Kabilesini aramaya başladığı yaştaydım ama bir kabile nasıl aranırdı bilmiyordum. Bana öyle geliyordu ki kabile, halihazırda vardır veyahut şimdiye kadar yaşananlarla kurulmuştur. Bu iki oluşum şekli de ya kabilemden uzak olduğumu ya da hiç kabilem olmadığı sonucunu doğuruyordu.


Yazıyı yazan kişiyle iletişime geçme isteği doğdu içimde, onun hikayesini görünce kabilemi aramayı hiç bilmediğimi fark ettiğimi söyledim. Bir grubu takip etmemi önerdi, gelin görün ki zaman zaman faydalansam da kabilemi aramak konusunda bir yardımı olmadı. Ben de pek arayış içinde değildim doğrusu. Efsanelerdeki, masallardaki gibi bir ses, bir çağrı da olmadı.


Dün sevdiğim biriyle konuştuklarımız, aidiyete, kabile aramaya geldi yine. Belki bir yerde kabile olabilirdik, gitmeseydim, uzaklaşmasaydım. Belki giderken, bilmeden aramaya çıkmıştım. Belki de bulamadan geri dönecektim. Bugün bu ihtimali düşünmek bir parça üzdü. Efsaneye göre yola çıkmış, türlü şeytanlarla, şeytanlıklarla savaşmış, aç kalmış, üşümüş, uykusuz kalmış ve elleri bomboş, yüreği boşalmış halde geri dönen bir kahraman olur mu hiç? O, hiçbir şey bulamasa bile, önce kendini kaybedip sonra kendini bulmuştur muhakkak. Mesele budur belki de bize hiç öğretmedikleri, kendini kaybedebilmek eylemi…


Peki ya kendini kaybetmeden kabilesini kuranlar? Bakıyorum ona, kendini kaybettiğine pek şahit olmadım. Ama kendinden sıyrılmakla ilgili bir çabası da olduğunu biliyorum. Onun yöntemi daha büyük bir gücün varlığına inanmaktı ve belki böylece, onlar erdi muradına biz çıkalım kerevetine…


Onların yöntemini kullanamazdım. Başka bir yönteme ihtiyacım vardı. Bir çadırda yıllarını geçirip, kabile olduklarını sanan, mecburiyetten bir arada olanlardan çıkıp, gitmek istedim. Gittim de üstelik, benden sonra da gidenler oldu. Kalanlar, yine o çadıra yakın kendi çadırlarını kurdular. Gidenler, gittikleri yerlerde çadırlarını kurup rüzgarlara direnmeyi öğrendiler. Tek başına direnmenin zorluğunu deneyimlediler, aradıklarını bulamadılar. Birbirinden uzak çadırlarda, kimimiz rüzgarda kimimiz güneşin altındayken bir parça kabile olduk. Bir parça…


Bazen bir yerde, o toplulukla karşılaşacağım umudunu taşıyorum. Bazen belki de onlara zaten rastlamıştım ama bir arada kalmayı başaran bir kabile olamadık diyorum. Bir diğer ihtimal, kabilemizi yaşatmak uzaklardakilerle yakınlaşıp çadırlarımızı yakın konumlandırmaktan geçiyordur ve sonuncusu belki de hiç olmayacaktır.

Bütün çabalar, omuzları düşmüş bir kahraman gibi… Yol haritası eksik kim bilir, tamamlanamayan bir yapboz elindeki. Kurulu bir çevre yok, sonradan kurulan çevreler geçici, dönemsel bir göçebelik…


Sona doğru bu hafta bir şekilde düşünceleri merkezinde toplayan “Hayat geriye bakarak anlaşılır, ileriye bakarak yaşanır.” sözüyle, Soren Kierkegaard ile selam edeyim. Geriye bakıp anlaşılır olanların yükünü ne yapacağız sevgili Kierke? Bu arada ona kalsa kabile arayışı sorunum doğru bir seçimle dini seçen bir yaşantıyla hallolabilirdi. Ama ben yine de sorayım;

Kabilesi olmayan bir insan evladı, kabilesini aramaya nereden başlamalı?