2002 yılıydı ve Kore'de Dünya Kupası düzenleniyordu. O Dünya Kupası ile birlikte ben de henüz yedi yaşımda olmama rağmen birçok futbol maçını doksan dakika, berabere biterse uzatmalara, o da berabere biterse penaltılarına kadar izlemeye başlamıştım. Türkiye Millî Takımı'nın gösterdiği başarılar da beni ekran karşısına geçiriyordu. Heyecanımın başlangıç noktasıydı resmen hakemin ilk düdüğü. 


Babam futbol ve dahi bir sürü spor müsabakasını izlemez, izleyenlere de karışır. Özellikle kulüp takımlarının maçlarını izlemeyi acayip gereksiz bulur. O yüzden yalnızca Millî Takım maçlarına ben açarsam arada bir bakar, gerideysek "Bizim kazanmamamız için her şeyi yaparlar." diyerek dünya tarihinden herhangi bir tarihi filmin repliklerini seslendirir gibi karşımızdaki ülke ile olan husumetlerimizden bahsederdi. 


Babam futbol ve dahi bir sürü spor müsabakasını izlemezdi ama istisnalardan birisi Schumacher'di. Pazar kahvaltısından sonra bazen Formula 1 yarışlarını izlerdik. Her an kaza olsun diye beklerdik. Nedendi, şimdi düşünüyorum da bir anlam bulamıyorum. Utanarak söylüyorum ki keyif alıyorduk arabaların birbirine çarpmasından. Arabalar birbirine çarpıyordu ve kazanan yine babama bile bunu izletebilen Schumacher oluyordu. 


Aradan iki yıl geçmişti ve Beşiktaş'ın şampiyonluğu, sınıf takımının değişmez ismi, sokak maçlarının en golcü oyuncusu olmam beni futbolun tam anlamıyla kucağına atmıştı. Futbolla yatıp futbolla kalkıyordum. Takvimler 2004 yılının haziran ayını gösterdiğinde Avrupa Şampiyonası başlamıştı. Biz katılamıyorduk ama ben her maçı izliyordum. En zevksiz maçları -turnuvanın geneli zevksiz ve golsüz geçmişti zaten- bile son dakikasına kadar izliyordum. O şampiyonada Hollanda'yı desteklemeye karar vermiştim. Müthiş bir forvetleri vardı ve sokak maçlarında hep o oluyordum ben. O gol atınca ayrı bir seviniyordum. 


2004 Avrupa Şampiyonası bana çok şey öğretti. Desteklediğim Hollanda yarı final maçını Portekiz ile benim için geç bir saatte oynuyordu. Sanırım hafta içiydi. Babam da arada bir gelip bakıyor "Ne anlıyorsun şu maçtan!" deyip gidiyordu. Arada bir de "Portekizliler çok sömürdü Güney Amerika'yı." diyordu. Bana neydi Portekiz'den, ben Türkiye'de Hollanda taraftarı biri olarak 55 ekran televizyonumuzdan maçı izliyordum sadece.


Maçı Portekiz 2-0 önde götürürken Hollanda bir golle birlikte 2-1 yapmıştı ve maçın bitimine yarım saat vardı. Yarım saat dediğimiz şey, yani otuz dakika, yerine göre çok uzun yerine göre çok kısaydı. Zaten Einstein'da bunu yıllar önce açıklamıştı. Dünya nüfusunun küçük bir bölümü artı ben için çok uzun bir zamandı yarım saat. Diğerleri için umurlarında bile değildi belki. Maç 2-1 olunca sevindim ve bunu sesli ifade ettim.


Benim babam yılların ve devletin memuru. Hatta öyle ki Türkçe

Sözlük'te memur kelimesini arasanız meali babamdır. Haftanın herhangi bir günü fark etmeksizin aynı saatte uyanır, tıraş olur, duş alır, kahvaltı yapar, hazırlanır, işe gider, öğlen yemeğine gelir, işe gider, akşam yemeğine gelir, televizyon seyreder ve uyur. Bunların hepsini muhteşem bir istikrarla birkaç on yıldır devam ettirdiğine şahidim. Devletin memuru demek bir yandan da itidal sahibi olmak demektir. İtidal sahibi olmak demek aşırı olan ve toplumca birazcık bile garipsenme ihtimali olan her şeyden Schumacher kadar hızlı bir şekilde kaçıp ortalarda bir yerlerde bulunmak demektir. 


Maçın bitimine yarım saat kalmıştı ya da maç bir saat önce başlamıştı. Skor 2-1, gerideyiz ama çevirme şansımız var. Yani maç tam şu an başlıyor her iki takım için de. Babam Hollanda'nın golüne yüksek sesli sevinmeme sevinmedi. Gitti ve televizyonun fişini çekti. Kaldım öylece. Keşke maç da dursaydı. Keşke maç ben televizyonu ne zaman açarsam o zaman kaldığı yerden devam etseydi. Keşke babam o fişi hiç çekmeseydi. 


2004 Avrupa Şampiyonası bana çok şey öğretti. En önemlisi de umutlarımızın, isteklerimizin, hayallerimizin, heyecanlarımızın, sevinçlerimizin, sesimizin seviyesinin, hâlâ çocukça bir şeyler yaşayabilme ihtimalimizin hatta yaşamla aramızda bir bağ kurabilmemizin o gün babamın sanki sabah tıraşı rahatlığıyla tutup çektiği kabloya bağlı olduğuydu. 


O maç ben izlemesem de devam etti. Hollanda Portekiz'e, ben kablolara yenildim. 


Teknoloji 2013'ten sonra muazzam bir ivme kazandı. Birçok yeni teknoloji ile birlikte insan yaşamı kolaylaştı, kolaylaştı, kolaylaştı... Aradan çoğu kablo çekildi. İnsan teknoloji ile baş başa kaldı. İnsan ne yapacağını şaşırdı yalnızlığıyla. İnsan insansız kaldı.


Aradan kablolar çekildi ama yedi günde yarattığımız teknolojinin şarjı ikinci günü çıkarmadı. İnsan şarj aletlerine muhtaç kaldı. Şimdi her şey Hollanda'nın son yarım saatte Portekiz'e gol atabilme olasılığı kadardı. Ne Hollanda gol atabildi ne şarj aletleri olmadan kalabildik. Olabilecek en kötü senaryo ile karşı karşıyaydık. İnsan kablolarla baş başa kaldı. İnsan yalnızlığıyla baş başa kaldı...