Varmak ne zamana kadar ömrümüzden zaman çalacak? En iyi işlere, en güzel evlere, en lüks mekânlarda vakit geçirmeye olan bu müthiş çaba… Sahip olmaya ve onlara ulaşmaya olan hevesimiz bizi yavaş yavaş yok etmeye başladı. Varmak değil, yol güzeldir cümlesini asmak gerekiyor her sokak başına. İncinmeye, yaralanmaya olan bu hassasiyetimizi gizlemek için tutunduğumuz bütün nesnelerin esiri olduk.

Ben de diğer tüm insanlar gibiyim. Önüme konmuş bütün hedeflerin sonuna varmak beni bütün kötülüklerden kurtaracak gibi gelir, sonrasında karanlık bir çukurda bir başıma bulurum kendimi. Bir yolun ortasına gelmiş ve sanki hiç başlamamış gibi hissederim. Kafamda kurduğum gerçeklerle karşıma çıkanlar denk düşmez birbirine. Her sabah sokaklardan yokuş aşağı dökülen bilyeler gibi nereye varacağını bilmeden koşuşturan bu insanların derdi nedir? Kaldırımda bir başkasına çarpmadan yaşadığını unutanlarla doludur dünya.

Büyük savaşlar, afetler, kanlar, ölümler hepsi ile bir arada yaşamanın çözümünü bu şekilde bularak görmezden geldiği şeylerin hiç yaşanmadığını varsayar insan. Kalın, kırılması mümkün olmayan kabuklarla hayatına devam eder, sabahları uyanıp işe varmaya odaklanır; akşam işten çıkıp eve varmaya, oradan da bir diğerine. Kaçtıkça kabuğu daha da kalınlaşır, incilerin aksine, bu kabuğun içinden güzel bir mücevher çıkmaz. Biriken her kaçış, ufak ufak parçalar halinde ertelenmiş mutluluklar içini kokutur, ruhunu zehirler. Her şey için belirlenmiş bir geç kalma süresi vardır, insan kendine geç kalabilen tek varlıktır. Bu geç kalışlar onu ömrünün son anlarında yakalar, ellerinden tutup sürükler adeta. Geçmiş en çok gelecekten nefret eder, düzeltilmesi mümkün olmayan durumların temeli hep geçmişte atılmıştır. İnsan o vakitten sonra ne yapabilir? Kabullenmesi için bile yeterli zamanı yoktur. İçine hapsedildiği paslı, eski bir saatin ortasında sırtına kırbaç gibi vuran yelkovandan daha az yara almaya çalışarak tamamlar ömrünü. Geriye baktığında yine varması gereken yer burası değildir, eksik olan bir şey vardır, ne aradığını bilmeden geçen hayatın içinde hiçbir sonuçtan memnun olmadan yok olur.

Ne istediğini bilmek neden bu kadar önemlidir? İnsan kendini ararken aradığı şeyi bulduğunu nasıl anlar? Balkonlara gelişigüzel sıralanmış çiçekler bilir mi ne istediğini? İnsan kendi dönüşlerini, bir şeyler yapma çabasındayken eline ayağına dolaştırdığı anlar yaratır. Neyin içinden çıkamam derse onun dışında bulur kendini, bulmak zorundadır. Eğer o kesif kalabalığın bir parçası olmazsa yaşamına devam edemez, unutulup gitmekten korkar. Korkular bizi aklımıza bile gelmeyen yollara düşürür, yalandan hedefler belirler, en doğrusunun o olduğuna, eğer başarırsa hayatının değişeceğine inanır. Yolun sonuna vardıkça da güçsüzleşir, gücünü kendini o yola çıkmak için ikna ederken tüketmiştir. Küçük bir ihtimal dahi olsa devam eder, sona ulaştığında hayal ettiği şeylere varmak bir anlam ifade etmez ne yazık ki, sahnenin ışıkları kapanır, perde iner ve kendi ile bir başına kalır. Kabuk ile beden arasında kalan ne varsa onunla yüzleşmeye çalışır, vücudunu kangren gibi saran bu hastalıktan kurtulmaya çalışır, yapamaz…

Anlatmaya çalışır, perdesiz evlerin içindeki insanlar onu anlasın ister, yoldan geçenlerin de aynı acıları çektiğini duymak ister, bir kişi; yalnızca bir kişi aynı şekilde başarısız olduğunu söylesin ister. Anlaşılmak ister dünyadaki bütün sorunların altına dinamit gibi yerleştirilmiştir bu his; kötüye giden, can yakan ne varsa bu hissin yerinin boşluğundan kaynaklıdır. Üst üste binmiş duvarların ev olmadığı gerçeğini, en çok kazananın en mutlu olmadığını, yalanlarla çevrelenmiş yakınlık ilişkilerini görsün ister, geceleri başını yastığa koyduğu vakit üzerine üşüşen geçmiş ve gelecek hesapları arasında kâbuslardan kâbuslara koşmaya başlar. Cümlelerini diğer cümleler içinde sırıtmayacak kelimelerle oluşturur, eğer kendinden bir şey katarsa deli sanılacağını düşünür ve bu nedenle çoğu zaman sessiz kalır. Farklı olan ne varsa diğerlerinden daha eksik algılanır, üzerine "arızalı" etiketi yapıştırılsın istemez, böylece tamirden kaçırılmış tüm eşyalar gibi belli bir süreye kadar idare etmesi yeterli görülür, sadece o anı kurtarması beklenir, elbette ki yerine bir yenisi bulunana kadar…

Öyle bir delirme noktasına gelir ki işini bile bırakmaya cesareti olmayanlar, yaşamını tam o noktada bırakmak ister. Ellerinde tuttuğu sonuçların herkes tarafından kabul görmeyişinin bedelini hayatının kalanıyla ödemeye razıdır. Bu hale nasıl geldiğini düşünmek için bile bir başkasına ihtiyaç duyar. Dibe vurulan her anda devam etmek için kendinden daha kötü halde olan birini düşüp rahatlamaya çalışır. Aynı çizgide başlanmamış yarışların, kazananı olmanın verdiği mutlulukla bir sonraki sabaha varır. İçinden çıkılmayan küçük cam kareler içinde bir sirk hayvanı gibi kafese kapatıldığının farkına varmadan bir sonraki güne, ondan sonraki güne daha sonraki güne adım atar.

Sabahlar bir anlam ifade etmez, saatler yalnızca çıkış zamanına yaklaşıldığında kıymetlidir, tarihler; belli başlı günler dışında bankaların hatırlatma mesajları ne kadar mühimse o kadar değerlidir. Oysa insan yeryüzünde kendi dünyasıyla sınırlı kalmamış, tarihler boyu gelişmiş, en azından bir noktadan sonra aynayı kendine çevirebilmiş, soru sorabilmiş bir varlıktır. Aynalarımızı ne zaman kendimize değil de önümüzdekilere ve ya arkamızdakiler çevirmeye başladık o andan beri kayıplar içindeyiz. Nasıl yalnız kalmak dünyanın en kötü, en acınası durumu haline geldi? İçimizdeki sese kulaklarımızı kapadığımızdan beri iyi olduğumuzu kim söyleyebilir bize? 

Kaçmak… En çok kaçmak bağımlı hale getirdi bizi, yarım yamalak bilgilerimizin değer görmesi, olduğumuz kişinin değil, olmak istediğimiz kişinin saygı bulması bizi kendimizden kaçırdı. Eskiden neredeyse her mahallede hayaletli olduğuna inanılan eski, terk edilmiş evler olurdu, insanın kendinden kaçmasını buna benzetiyorum, bir zamanlar içinde mutlu sofralar kurulmuş, aileler olmuş, oyunlar oynanmış, anneler çocuklarının başını okşamış, masallar anlatmıştır. Sonra belki daha iyi bir hayat kurmak için, belki de geride kimse kalmadığı için ev bir başına kalıvermiştir; boş, soğuk, dışarıdan diğer evlere benzemeyen, içi çürüklerle dolu.   

 

Bazen birileri gelir, başını kapıdan içeriye uzatır ve döner gider, sanki o ev daha önce hiç yuva olmamış gibi davranılır. Unutulur… Çocukları korkutmak için bir efsaneye döner, bir daha eskisi gibi olmaması için herkes elinden geleni yapar, hakkında gerçeği yansıtmayacak ne varsa söylenir, bahçesine çiçekler dikilmez, mutfağında bir daha yemek pişmez… Varoluşundan bu yana hep yıkık dökük, acınası bir hali varmış gibi konuşulur ve buna inandırılırlar. İnsanlar iyiye değil, kötüye giden hikâyeleri daha ilgi çekici bulmuştur yüzlerce yıldır… 

Sonunda o ev öylesine yoldan geçen birinin sigara izmaritiyle tutuşur, yavaş yavaş yanar, kabuğu incelir, tonlarca kötülüğe direnebilmiş bu çatı; istenmemenin, diğerleriyle aynı olmamanın verdiği güçsüzlükle ufacık bir kıvılcımda yok olur…