Girizgah

Böyle bir aptallığı yapacağım zaten başından beri belliydi. Her şey hemen olsun istiyordum. Yeryüzündeki tek akıllı bendim. Ne mi oldu? Boz ayı kıçıma tırnak attı. Harçlık diye aldığım, beni on beş gün idare edecek paranın tamamı ile- kuruşu kuruşuna- kumar oynadım ve bin lirayı yok ettim.

Eskiden ateş basar, moralim bozulurdu. Alışkındım küçük kayıplara. Otuz bir çekince bütün sinir stresim geçer ve kolayca uyur, unuturdum. Fakat şimdi gecenin ikisinde, karnımda acı -muhtemelen açlıktan- başımda ağrı ve zonklama, sinirlerimin bozulması -uykusuzluktan- ve dalgamda da yanma -otuz birden- vardı.

Annem ve babam bu parayı yoğurt, süt ve tereyağı satarak ya da gayrimenkul kiraları ile ben karnımı doyurayım, onların deyimiyle “sefil kalmayayım” diye bana yollamışlardı. Sonuçta bu para emekle kazanılmıştı. Bana ulaşana kadar sağlam bir yorgunluk ve maziye sahipti. Bense iki saat bile sürmeden bu manevi ve benim için maddi değeri yüksek paranın içine sıçmıştım.

“Neyse.” dedim kendi kendime. “Bin lira için intihar edilmez. Edilmemeli. İntiharın sebebi daha çetin olaylar olmalı.”

Eğer darlık çekiyorsam daktilomu doğruca internete koyardım. Satılmazdı fakat bana bir yerden para gelecekmiş hissi yaratırdı. Gene öyle yapma kararı aldım. Çantasından çıkarıp halının ortasına oturttum. Işığı güzelce ayarlayıp dört beş açıdan fotoğrafladım. 650 lira. Alana şimdiden hayırlı olsun.

 Bunu satın alacak, bu kadar ucuza satın alacak dalyarak eminim benim yazdığımın onda biri kadar güzel -hem hız hem de imgesel değer anlamında- yazamayacak. Eğer satılırsa bunu alan kişi sahibi olmaması gereken bir kişi olacak. Bundan eminim.

Kira, faturalar ve kredi borcu yaklaşıyordu ve vaziyet bu anlattıklarımdı. Baştan hatırlayınca daha da kötü geliyor. Neyse ki gün yirmi dört saat. Belki bu vaziyeti günlerin on saat olduğu, haftanın da dört gün olduğu bir evrende yaşayacaktım. İyiyim iyi. Olaylara iyi yanından bakın diyen yumuşak kişilikler gibi davranıyorum. Onlar götüne elektrik direği girse, elektrik çarpılmadım diye sevinirler. Yahu bir kabullenmeyi öğrenemediniz. Kötü olayların iyi yanı yoktur. Başa geldiyse zaman hazım zamanıdır.

“Sen yeryüzündeki en büyük hayal kırıklıklarından birisisin.” dedim kendi kendime. Yatağa sırtüstü uzanmış tavanı seyrediyordum. Okulu uzamış, fazla borcu olan, kızlarla frekans tutturamayan ve tavanında ölü sivrisinek kadavraları bulunan bir adamdım. Evlensem çocuğum olacak, okul bitse inzibatlar eşliğinde zorla askere alınacak, hatta seçimlere katılıp milletvekili seçilebilecek bir yaştaydım. Fakat zekâ olarak yani davranış olarak benim kadar mal bir zekâ aralığı herhalde yoktur.

Kapı çaldı. Uzun aralıklı üç tıklatma. Savaş’tı kesin.

“Efendim.” diye seslendim. Odaya daldı. “Hay sıçayım.” dedim içimden. Daha yeni kaybetmişken, kendime bile katlanamıyorken, bir başka âdem oğluna görünüyordum. Utanıyordum. Çıplak bir halde mahallenin en civcivli olduğu bir saatte, mesela öğleden sonra birde, sokaklarda gülerek koşuyor, sonra da belediye binasının yakınlarında bir yere sıçıyor gibi hissediyordum. Akşamında da televizyona çıkmışım.

“Ne yapıyorsun, neye sıkıldın gene?” diye sordu Savaş. Hak etmiyordum bu adamı. Ben daha kendime tahammül edemezken o her gün benim halimi hatırımı soruyor -samimiyetsiz olmayanlardan- beni eğlendirmeye, sokağa çıkarıp insanların arasına karıştırmaya çabalıyordu. Külfetli bir adamdım doğrusu.

“Yok bir şey. Aynıyım.” dedim. Gene anlamıştı yalan söylediğimi. Önceleri “Ben senin gözünden anlarım sıkıntıda olduğunu.” derdi. Artık bunu demiyordu bile. Doğruca ağzını eğiyor, sanki boktan durumumu öğrenmiş, biliyormuş da itiraf etmemi bekliyormuş gibi bakardı.

Kapıyı kapadı. Rahat, bel destekli siyah müdür koltuğuma oturdu ve elleri ile kolçaklardan kavrayıp kendini havaya kaldırdı. Bir azaptı benim için. Vücut bütünlüğümden ayrı bir nesneye zarar veriliyor ve benim canım yanıyordu. Anasını sikiyordu koltuğun. Dayanamadım.

“Koltuğu ikiye ayıracaksın. Lütfen düzgün otur.” dedim. Bu meseleye tikim vardı.

“Sen anlatana kadar böyle duracağım.” dedi. Daha da ileri gidip havada aşağı yukarı yaylandırmaya başladı kendini.

“Dur, tamam anlatacağım.” dedim. Teslim olmuştum çünkü bu koltuk bende tikten de öte alerji, hatta zaaf gibi bir şey olmuştu bende. Seviyordum bu koltuğu. Ona oturup arkaya esnemek, tam düşecekmiş gibi olup öyle kalmak, ayaklarımı masaya uzatmak ve bilgisayarda kumar oynamak… Kısaca konforlu oturarak paramı hiç ediyormuşum.

“Anlat hadi.” dedi ve durdu.

“Haydi mutfakta bir sigara içelim.” dedim. Kalktı, kapıdan çıkarken bana döndü, o konuşmadan

“Birazdan geliyorum.” deyip ayaklandım. Gitmişti.

Evet. Ne zaman moralim bozuk olsa ya da yaşadığım bir olaya muhtemel çareler bulamasam yalnız kalmak isterim. Hele bu durumlara eğer ben sebep olmuşsam kendimden bile kaçmaya, aynalara bakmamaya, sesimi duymamak için konuşmamaya, hatta düşünmemeye çalışırım. Düşünürken bile kendi düşünce şekillerimi tanımak, kendimle olduğumu hatırlatır, canımı sıkardı.

Işığı kapatıp Allah’la bakışırım. “Neden düşünürken kendi sesimi duyuyorum? Hani düşünceler soyuttu?” gibi muamma sorular gelir kafama. Allah’tan bana bir yetenek bahşetmesini isterim. Bir sigara paketinin dışındaki jelatini sıyırmak gibi ruhumu bedenimden aynı incelikle sıyırıp uzayın engin boşluklarına gönderebilmek... Bizzat ruhta kalarak bilincim açık halde, fikirlerim sessiz ama koyu karanlıkta ışıldayan yıldızlar halinde kelimelere ve cümlelere bürünerek yansıyacak… İşte mucizevi bir yetenek buna denilir. Dünyadan ne zaman bezsem bu bahşedilebilir yetenek sayesinde gamsız ve kedersiz, sonsuzluğu yavaş yavaş keşfe duracağımın hayalini kurardım.

Mutfağa girince sigara dumanı beyaz lambanın etrafını çoktan sarmıştı. Hızlı içiyordu Savaş. Sürekli beş dakikalık molasındaymış gibi -garsondu- uzun ve seri çekişlerle Winston’u emiyordu. Camın kenarındaki sandalyeye oturup Savaş’a döndüm. Aralık soğuğu sırtımdaki kazağın dikişlerini yarıp sırtıma giriyordu. Camı kapatıp bir sigara yaktım.

“Mazeret sınavlarım yaklaşıyor. Üç gün kaldı.” dedim.

“Yarın kütüphaneye gidelim. Benim sınavlarıma daha var fakat konular birikiyor. Çalışmam gerek.”

İçimden “Oh” dedim ve sigaramdan tatlı bir fırt çektim. Beni gerecek açıklamalar yapmaktan kurtulmanın sevinç kutlamasıydı bu. Dumanı üflememle sona erdi.

“Başka bir sıkıntın yok değil mi?” diye üsteledi. Kemik gözlüklerinin ardında bilgiç bakışlarla beni tedirgin etmeye devam ediyordu. Son kozumu oynamaya karar verdim.

“Kız arkadaşım mısın sen? Ne zamandır bu kadar ince düşüncelisin?” dedim. Güldü.

Böyle iyi oyuncuydum işte. Daha çok kıçını insanlardan kurtarabilen adam rolünü iyi yapan bir aktördüm. İki yüzlülük de denilebilirdi buna ya da ileri derece şerefsizlik. Çünkü Savaş benim bu şehirdeki tek dostumdu. Fakat hayatımı diğer insanlarla ancak bu şekilde, onları derinlerime sokmamaya, bana beni sinir edecek akıllar verdirmemeye çalışarak idame ettirebiliyordum.

“Bak.” dedi ve telefonunu bana çevirdi. Eskiden çalıştığımız fakat Savaş’la aynı gün atıldığımız -benim istifa ettiğim- kafedeki “barista” kızdı bu. Savaş’a mesaj atmıştı. Güzel kızdı Allah için. Bizden üç yaş küçüktü fakat sesi ve tavırları fazla işveliydi. Muhtemelen Savaş bu kız için beni bıçaklardı ya da bir seferliğine anneme küfrederdi.

“Kız sence nasıl?” diye sordu. Tabii ki o an bütün düşüncelerimi söylemedim. Belli bir sansüre maruz bıraktım.

“Kız sana başından beri vurgun. İşe başladığın ilk gün seni akşam kampüste yürümeye davet etmişti. Hem de bire bir.” Telefonu eline geri aldı. Birkaç parmak hareketi yaptı. Bir bildirim sesi geldi ve sırıtmaya başladı.

“Ne oldu?” dedim.

“Bak.” dedi.

İstersen saçlarını kesebilirim, yazmıştı kız.

“Bu ne bokum bir teklif?” dedim. Hakikaten de öyleydi. Adam gecenin üçünde seksi bir kızdan saç kesme teklifi alıyordu. Dünya hiç önceden hayal edemeyeceğim olaylara sahnelik yapıyordu.

“E, ne söyledin?” diye sordum.

“Özel.”

“Kancıksın.” dedim. Sigarayı söndürüp odama geçtim. Savaş’ın adına mutlu olmuştum. Ekim ayından beri kızlar konusunda sürekli isyan ediyor, evde huzur bırakmıyordu. Sonunda ona bir meşgale çıkmıştı.

Masa lambasını yaktım ve daktiloyu kutusundan geri çıkardım. Güzel kesilmiş bir patlak kâğıdı makaraya sardım. “Belki bu aletle son kere yazıyorum” dedim içimden ve kıçına kocaman bir masa monte edilmiş ve o şekilde uyanmış bir adamla ilgili hikâye yazmaya koyuldum.