Ne yani, çevremin bana dayattığı hayatı mı yaşamalıydım? Ha hay, güleyim bari. Bana sorarsan biraderim, bunlardan bir cacık olmaz. Olsa olsa hıyar olur cacığa. İnsanı dinlemez, laftan anlamazlar. Anlatırsın, bön bön yüzüne bakarlar. Yahut da başka bir şey söylerler. Sıra geldi miydi kendi anlatacağına, aman bir haller bir haller. Kendisine sorsan ağzından bal damlıyor, bana sor sirke. Az daha uzattı mıydı ağzına vurasım geliyor kürekle! Neden dinlemez şu insanlar?

Derdim var diyorum derdim. Canım sıkılıyor. Hem ben daha gençliğinin baharında taptaze, çiçeği burnunda, kulağında, gözünde… Aman ne ise ne! Diyorum, bak diyorum belki param yok, belki karnım aç, hem artık sigarayı da çok tüketmiyorum, alkol desen hak getire. Yoksuzlardan nasibini yeterince almış bir gencim, güzelim. Ne var ki esas derdim bu değil. Esas derdim insanların dinlememesi... Yahut dinler gibi yapmaları... Az buçuk ağlanıp teselli okşamaları…

Demiyorum ki bende hata yok. Elbet benim de hatalarım var. Bazı noktalarda, tamam tamam birçok noktada toplumu yerip kendimi yüceltiyorum. Bunu kendimi tatmin etmek için yapıyor olabilirim. Ama ya gerçek payı varsa? Alemin tek akıllısı sen misin diyenlere sesleniyorum, belki de benim ne olacak? Zira ne iki yüzlüyüm cesaretsizim ne de aşağı kalır birtakım hünerlerim. En önemlisi mi? Dinlerim ben dinlerim!

Adım Hasidik Hastroviç. 24 yaşındayım. St. Petersburg’da yaşamaktayım. Gerçi burada daha fazla yaşamak istemediğimden mütevellit başka diyarlara kaçıp göçmek istiyorum, orası ayrı. Babamın evinde yaşıyorum. Babam ve iki göz odalı Amerikan mutfaklı evi ile. Onunla da pek konuşamıyorum. Yani ben konuşmaya çalışıyorum ama onun pek dinlediği söylenemez. Evet, hıı, yaa, öyle mi, alla alla gibi geçiştireçler ile sürekli beni geçiştiriyor. Söylediğim bir şeye de otursa bir yorum yapsa dişimi kıracağım.

Babam bir devlet dairesinde çalışıyor. Sabahtan akşama kadar daktilo başında, tak tak tak tuşlara vuruyor. Bundan gayrısını pek bilmem. Senin işin ne yani, unvanın ne tam olarak, diye birkaç defa sordum. Aman, yazıyoruz işte, gibisinden cevaplarla karşılaşınca ben de sormayı bıraktım. Bilmem ki ne yazar. Belki dilekçe, belki de kayıt tutar. Her akşam işten eve döndüğünde yüzü aynıdır, hissiz. Ne yorgunluk ne argınlık ne de başka herhangi bir duygunun dışavurumu... Hissiz, duygusuz, dudaklar kıpırtısız, çene oynamaz, kaşlar hareketsiz, alın kırışmaz. Yahu göz kapakları da oynamasa bildiğin yürüyen ölü.

Geçenlerde beni çok heyecanlandıran bir şey yaptı babam. İşten eve döndüğünde beni her zamanki gibi kitap okur halde bulunca bu sefer bir istisna olarak ne okuduğumu sordu. Tolstoy okuyordum. Kitabı kaldırıp kapağını gösterdim: İnsan Ne ile Yaşar. Bunu görünce sanki insanın ne ile yaşadığını çok biliyormuş gibi sağ yanağı hafif bir istihza ile yukarı kalktı. Bıyık altından bana mı gülüyordu? Heyecanım hemen o an yatıştı. Ve hatta yerini yeni doğmuş bir tiksintiye bıraktı. Diyaloğun devamı gelmedi. İyi ki de gelmedi, yoksa tiksintim büyüyecek yaş alacaktı.

Biz, yani babam ile ben böyle yaşayıp giderken bir gün canıma tak etti. Uzun zamandır evden dışarı çıkmıyordum. Toplum ile iletişime girmekten, fiziki ruhi herhangi bir temas kurmaktan kaçınıyordum. Ne bakkal ile anlaşabilmiştim ne de kasap içi kanlı et dolu pis gözlerini üzerimden çekebilmişti. Batıyordum, fark edebiliyordum. Ben de bu yüzden kendimi eve hapsetmiştim. Sadece okuyordum. Diğer tüm yaşam faaliyetlerimi askıya almıştım. Öyle asılı duruyorlardı gözümün önünde. Lakin onlara karşı bir kinim, nefretim yoktu. Üstelik özlüyordum da onları. İzlemek, dinlemek, konuşmak... Hele de gezmek... Yeni yerler keşfedip yeni insanlarla tanışmak… Bunlar benim için bir hayal, hele şu durumda hayalden de öte idi.

İnsanın ekonomik özgürlüğü kendi elinde değilse bir köleden tek farkı diğerlerinin hitap şeklidir. Köle değilsindir de oğulsundur mesela. Oğul onu ver, oğul şunu ver. Oğul markete git, oğul manava koş. İlkokul fişlerinden hallice bir yaşam hani. Yahut öğrencisindir. Hatta bazen sadece bir numara. 334 gel buraya. 334 tahtayı sil. 333 olaydım bari. En azından söylemesi seksi.

Canıma tak etmesine etti ama durum böyle iken, cebimde üç kuruşum yok iken nasıl olacak da evden kaçacaktım? Kaçmak da denemez aslında buna. Çocuk değiliz a. Koca adam oldum. Kaçmak değil bu, düpedüz gitmek. Evet, gidecektim ama nasıl, nereye, ne zaman, kiminle, tek başıma mı? Bir yığın soru kafamın içinde dönüp dolaşıyordu. Bunların hepsine teker teker cevap arayacağıma, cevapları teker teker yolda görmeyi yeğledim ve bir sabah babam işe gittikten hemen sonra dün geceden hazırladığım çantamı, içinde yine dün gece babamın çekmecesinden aşırdığım paralar ile sırtladım. Babama bir veda mektubu bırakarak evden çıkıp tren garının yolunu tuttum.

‘‘Her seçim kendi sonucunu yaratır. Her sonuç ise farklı dünyadır. Ben seçimimi dinlemekten, konuşmaktan yana kullandım. St. Petersburg’dan Moskova’ya giden bir trendeyim, evimi terk etmekteyim. Bu satırları beni daha iyi anlayasın diye yazıyorum. Elveda sevgili babam, elveda hayattaşlarım.’’

Mektubu katlayıp cebime koydum. Ah benim hayırsız oğlum, bugünleri de mi görecektim ben? Ne bileyim, kendi derdim ve tasam ile uğraşırken seni ihmal ettim. İş işten geçti, bunu şimdi öğrendim. Sensiz ben tek başıma, bir göz odada, ikinciye girmeye yüreğim dayanmaz; ne iderim, nerelere giderim?

Baba bunları düşünürken trenin düdüğü avaz avaz ötmeye başladı. Bilet elinde, gözleri yaşlı… Hafif bir rüzgâr esti, aldı elinden bileti, götürdü. Gözünden iki damla yaş düştü…