Son günlerde yazdığı kitapların dizilere uyarlanmasıyla oldukça popüler olan Gülseren Budayıcıoğlu 1947 Ankara doğumlu, psikiyatr, yazar ve sunucu. Bu yazı da bahsedeceğimiz kader motifi ise, bir diğer deyimle yaşamın özünü oluşturan asıl çekirdek Budayıcıoğlu’nun kitaplarında ve onlardan uyarlanan dizinlerinde sıklıkla üzerinde durduğu bir kavram. Her birimiz hayatı öğrenirken kendimizce çıkardığımız derslerden bir hayat haritası çiziyoruz ve çizdiğimiz bu haritanın ilk taslağı aslında bizim yaşam çekirdeğimizi oluşturuyor. Erken çocukluk döneminde çizdiğimiz bu haritayı farkında olarak, çoğu zaman ise farkında olmayarak tekrar etmeye başlıyoruz. Hayatımızın merkezine koyduğumuz ilk motif yürüyeceğimiz hayat yolunda bizim rotamızı belirliyor ve yaşadığımız süre boyunca eğer çeşitli farkındalıklarla bu motif zincirini kırmamışsak hayatımız boyunca aynı motifi tekrar tekrar oluşturup sınırlarımızı hiç aşmadan ya da bilmediğimiz bir iklime hiç geçmeden aynı rotada yürüyor ve ölüyoruz. 


Hepimizin bildiği gibi bebekler hiçbir şey bilmeden, bir hafızaya sahip olmadan dünyaya gelir ve hayatın içinde görerek, duyarak, hissederek ve çoğunlukla aynalayarak bazı şeyleri öğrenmeye başlar. Her bebek dünyaya bir kayıt cihazıyla gelir ve yaşamının ilk yedi yılında içine doğduğu evde, sahip olduğu anne-baba ve kardeşlerde, içinde bulunduğu çevrede öğrendikleri, tecrübe ettikleri ve bu tecrübeler sonucunda ortaya çıkan duygularla ilk motifi şekillenir ve 7-15 yaş arasında öğrendikleriyle de zihninde oluşan haritayı, ya da diğer bir deyimle kader motifini yahut da yaşam çekirdeğini tam manasıyla sağlamlaştırır, belirginleştirir ve böylece 15 yaşına gelmiş bir bireyin kafasında yürüyeceği yol, sahip olduğu ve geri kalan hayatında bir farkındalık yaşamadığı sürece tekrar tekrar işleyeceği motifi çoktan belirlenmiş olur. 


Bizlerse çoğunlukla bilinçdışında kalan bu duyguların hayatımıza nasıl yön verdiğini fark edemeyiz. 


Şiddet gördüğü aile evinden kaçmak isterken şiddet göreceği başka bir eve giden kişilere sıklıkla rastlıyoruz ya da hayatındaki en büyük korkusu terk edilmek olan bir kişinin defalarca kez terk edildiğine şahit oluyoruz. Yahut da hepimizin muhakkak hayatımızın bir evresinde “İnsanın korktuğu başına gelir.” “Yağmurdan kaçarken doluya tutuldum.” gibi cümleleri bir kere bile olsa söylediği olmuştur. Hayat denilen mefhum düşünebilen, aklı olan bir varlık olmadığına ve bizlerden intikam almak ya da bilinçli olarak bizi en yaralı olduğumuz yerden tekrar yaralamak gibi bir işleve sahip olmadığına göre nasıl oluyor da hayatımızın büyük bir kısmında korktuğumuz şeylerin başımıza gelmemesi için çırpınırken sonunda kendimizi hep en korktuğumuz şeyi yaşarken buluyoruz?


Aslında bizden intikam alan ya da canımızı yakmaya çalışan hayat, yaşam ya da dünya değil, aksine bizzat kendimiziz. Yaşamımızın ilk yıllarında edindiğimiz tecrübeler, bu tecrübeleri edinirken ortaya çıkan duygular ve tüm bunların sonucunda oluşan kader motifimiz, zincirini kırmadığımız sürece tekrar ediyor ve biz, öğrendiğimiz ilk ve tek iklim olan korku, üzüntü, kaygı durumlarını tekrar tekrar yaşıyoruz, dahası kendimize bunu yaşatıyoruz çünkü bilmediğimiz bir iklime geçmek hiçbirimize güvenli hissettirmiyor. Eğer korkmayı öğrendiysek bir birey olarak sosyal hayata karıştığımızda da içten içe hep bize o korku iklimini hatırlatacak ve tekrar yaşatacak kişileri arıyor ve sonunda da buluyoruz. Ya da öğrendiğimiz ilk duygu terk edilmek duygusuysa büyüdüğümüzde de ilişkilerimizde her zaman sonunun bir terk edilişe varacağı kişileri arıyor, buluyor ve alışkın olduğumuz iklimin dışına çıkmıyoruz. Elbette yaşamının ilk yıllarında olumsuz duyguların aksine olumlu duygularla aynalanan insanlar da hayatlarının geri kalanında -çeşitli ağır travmatik vakalarla değişimler yaşamadıysa- bu duyguları ve bu duyguların oluşturduğu motifi tekrar ediyor. Tanıdığı ilk duygu sevmek ve sevilmekse, seveceği ve sevileceği kişileri, ilişkileri, yaşamları, tecrübeleri arıyor. 


Bir bireyin nerede dünyaya geldiği, nasıl bir evin içine doğduğu kader motifinin nasıl şekilleneceği konusunda son derece önemlidir. Doğduğu evde annesinin ona sevgi gösterip göstermemesi, koruması ya da korumaması, bebeği istemesi ya da istememesi veya babanın çocuğuna yeterli ve gerekli ilgiyi gösterip göstermemesi, onu sevmesi ya da sevmemesi, ona saygı duyması ya da aşağılaması, evin içinde anneye ya da çocuklara karşı şiddetin olup olmaması, kavganın, gürültünün varlığı ya da yokluğu vs. o bireyin gelecekteki yaşantısında yürüyeceği yolu belirlemede en önemli, en hayati noktaları oluşturuyor. 


Bir çocuk anne-babasının kanatları altında, her zaman sevileceğinden ve ondan vazgeçilmeyeceğinden emin olarak büyümediğinde onun, her zaman kendisini sevilmeye layık olmayan, eksik, kusurlu ve güvensiz hissetmesine sebep olur. İnsanlarla yakın ilişkiler kurmakta zorluk çeker ve çoğunlukla bundan şiddetle kaçınır; insanlarla yakın bir ilişkiye girdiğinde onun beğenilmez, kusurlu, sevilmemesi gereken biri olduğunu anlayacaklarından korkar ve birisi ona, onu sevdiğini söylediğinde buna bir türlü inanamaz. İlk motifini sevgisizlik, güvensizlik, kabul görmeme yahut da hiç görülmeme, fark edilmeme üzerine çizmiş olan bu kişi hayatı boyunca hep bir aşağılanma duygusuyla yaşar, onu seven insanlara fırsat vermez, onu sevmeyen insanları hayatına alır ve ilk oluşturduğu motifi tekrar etmeye, alışkın olduğu iklimi korumaya çalışır. Ya da ilk çocukluk döneminde anne ya da babasını ya da her ikisini birden kaybetmiş bir çocuk ilk motifini güvensizlik, kayıp ya da terk edilme üzerine oluşturur ve bu motifini gelecekte de devam ettirir. Çocuklukta alınan yaraların, yaşanan travmaların iyileştirilmesi kolay değildir, kişinin kendisini eksik hissetmemesi, kendisiyle barışık ve kendisine güven duyan bir birey olabilmesi için önce ailesi tarafından sonra öğretmenleri, arkadaşları ve yaşadığı çevre tarafından sevilmesi ve kabul görmesi gerekir. 


Sevgi, ilgi, görülmek, duyulmak, anlaşılmak, kabul görmek her birimizin en az hava kadar su kadar ihtiyaç duyduğu ruhumuzun temel gıdalarındandır. 


Belki de çoğumuz çocukluk döneminde yaşadığımız her şeyi birebir hatırlamıyoruz, o halde küçük bir çocukken oluşturduğumuz kader motifimizin nasıl olduğunu, bu motifin hala bizi etkileyip etkilemediğini nasıl bileceğiz ya da bunu bilmeli miyiz?


Eğer yetişkin bireyler olarak yaşadığımız bugüne baktığımızda kendimizi hala en korktuğumuz, en sakındığımız şeyleri yaşarken buluyorsak, bizi mutlu edecek şeyler yaşadığımızda bile içimizde hep bir hüzün, keder hissediyorsak, devamlı olarak çok mutsuzum diyorsak, hayata, insanlara karşı her zaman bir güvensizlik ve sevgisizlik içindeysek, ilişkilerimizi devamlı olarak terk edilme korkusu içinde yaşıyorsak ya da sürekli ilişkilerden, hayattan, yaşamdan kaçma eğilimindeysek belki de çocukken çeşitli tecrübelerin ortaya çıkardığı duygularla çizilmiş olan kader motifimizi gözden geçirmemiz gerekiyordur. Sahip olduğumuz kader motifi kırılması mümkün olmayan bir zincir değildir, aksine insan kendini, nereden geldiğini, nasıl geldiğini, zihnindeki çarkların nerede tutukluk yaptığını fark ederse bu kader tekrarından kurtulması mümkündür. Bununla beraber elbette insanın kaderine tamamen hükmetmesi ve sadece bazı farkındalıklarla hayatının akışını tamamen değiştirmesi mümkün değildir ancak hayatta çoğu zaman yürünecek tek bir yolun olmadığı, aksine her birimizin önümüze serilen yollar arasında seçimler yaptığı da bir gerçektir. Önümüzde tek bir yolun uzandığı, bize seçme imkanı verilmediği zamanlarda ise yapılacak tek şey kendimizi değiştirmektir. 


Gülseren Budayıcıoğlu’na göre kader motifimizi anlayabilmek, kendimizi değiştirmek, seçimlerimizi bir mecburiyet algısıyla değil de sağlıklı ve hür düşünebilen bir zihinle yapabilmek için öncelikle kendimize “Ben bugüne nasıl geldim?” sorusunu sormamız gerekiyor. Nasıl biri olduğumuzu tanımladığımızda ve bugün böyle bir insan olmamızda büyük etkisi olan çocukluğumuzu, içine doğduğumuz evi, o evin içine olanları, anne-babamızı ve onların bizimle olan ilişkisini, kardeşlerimizi, akrabalarımızı, çevremizi… Kısacası bugünümüze gelen kadar içinden geçtiğimiz her bir dönemi anladığımızda aslında bugün tekrar eden yaşantımızın ana kaynağına da ulaşmış oluruz. 


Bir insanın sağlıklı bir birey olabilmesi için her zaman mükemmel bir çocukluk geçirmesi gerekmez, hayat içinde inişler ve çıkışlar bulunduran engebeli bir yoldur. Bu yolu yürürken atlatılması gereken önemli noktalarda tökezlemiş ve o ayağımıza takılan taşları hala unutamamış dahası bu taşlara alıştığımız için hala aynı yerden bizi düşürecek taşlar arıyor olabiliriz, ya da hayatımızın temelini oluşturan, yaşam çekirdeğimizi ya da kader motifimizi kırık, hüzünlü ve acı dolu duygularla oluşturmuş olabiliriz. Hayatın içinde, doğacağımız coğrafya, aile, ev gibi kontrol edemediğimiz noktalar olsa da kontrol edebileceğimiz, üzerinde söz hakkına sahip olduğumuz durumlar da vardır. Ve eğer devamlı olarak tekrar eden kader motifimizi değiştirirsek yürüdüğümüz yolu yani geleceğimizi de değiştirme imkanını elde etmiş oluruz. Hayat elinde kelepçeleri olan bir varlık değildir, kocaman elleriyle üzerimize gelip bizi şu an üzerinde bulunduğumuz yola kelepçelemesi de mümkün değildir. Geçmişi değiştirmek mümkün olmasa da bugünümüzden geçmişimize baktığımızda çıkardığımız dersleri, düşünce yapımızı, duygularımızı konumlandırışımızı değiştirmek mümkündür. 


Her zaman söylenildiği gibi; sen değiş, dünyan değişsin.




Kaynakça : 


Budayıcıoğlu Gülseren, Gülseren Budayıcıoğlu, https://tr.wikipedia.org/wiki/Gülseren_Budayıcıoğlu , (SGT: 27. 02. 2021).


Gülseren Budayıcıoğlu, “Kader Motifi”, Erişim : 12 Kasım 2017,

https://www.youtube.com/playlist?list=PLQFCVko494OtyjfeNns84sgIeEMDVwrAO