Yıllar önce karanfil kokan bir sokakta karşılaşmıştık kendisiyle, ruhu kıta sınırlarını aşmamış, bedeni pörsümemişti ve evet, çok net hatırlıyorum, çok da güzel sesi vardı. Güzel giyinir, fiziğini kullanmayı bilirdi. İnce bilekleri ilkokuldan terk benim gibi bir adamı şair edecek cinstendi. Koyu kahverengi gözlerine İstanbul’dan daha çok şiir yazılmıştı muhakkak. Dudaklarını anlatamam, ne Türk alfabesi yeter ne de Türk Dil Kurumu'nun çabaları. Vücudundaki her zerre içime işledi. Sokakta gördüğüm kadınların peşine düşen bir adam olmadım hiç ama bedenim ve zihnim çok farklı işliyordu. Engel olamadığım sadece ayaklarımın peşinden gidiyor oluşu değildi; yüreğimdeki sıcaklığa, içimdeki yangına da engel olamıyordum. O şiirlerde bahsedilen üç harfli safsata yüreğimde vücut bulmuştu. Yıllar önce dolunayın, yıldızların ve görkemsiz bir köyün huzurunda kaldırdığım ve yakın arkadaşım tarafından onaylanan bu safsata içimde yeşermiş, attığım her adımda büyüyordu. Kadın, evet şiirin vücut bulmuş hali bir kadın. Göğün rengi açıldı birden, kadın gözlerime bakıyordu. Afalladım, ne söylenir ne yapılır bilemedim bu nadide güzelliğin karşısında. Bakışları çok keskindi. Onda geçmişte yaralar açmışım gibi hüzünlü ve bir o kadar da öfkeli bakıyordu. Anlayamadım, anlamak gibi bir isteğim de yoktu zaten. Yüreğim göğe yükselmişti. Uçuyordu...