Küçücük bir evde büyüdüm. İki oda. Dört kişi. Her zaman her şeyi bir yerlere tıkıştırman, sokuşturman gerek. Sığmak zorundasın. Bir yerden sonra bunun nasıl kalıcı bir özellik haline geldiğini fark etmiyor bile insan. Sürekli sığmaya, sıkışmaya çalışmak. Kendini ne kadar iter, şeklini bozar ve zorlarsan o kadar aşınıyorsun. Hepsi sığabilmek için bu dünyaya. Bu eve.

Artık sığamayacağım kadar dolmayı, daralmayı ve ardından yaratacağım patlamayı dört gözle bekliyorum uzun zamandır. Avazım çıktığı kadar bağıracağım, çığlık atacağım günü bekliyorum. Hiç gerçekten çığlık atmadım. Dolu dolu bağırmadım. Korkumdan hep. Nasıl hissetireceğini bilmek istiyorum. Bunu hissetmeden ölmemeliyim. Ciğerlerimin veboğazımın nasıl yanacağını hayal edebiliyorum. Bilmiyorum bunları yazarken arkada çalan bilmediğim duygulu melodinin etkisi mi ama bunları düşünürken gözlerim doluyor.Ağlamayacağım. Büyük güne saklayacağım. Kahvemden son yudumumu aldım. Daha fazla da yazmak gelmiyor içimden. Hislerimi de tam aktaramıyorum zaten. Anlaşılmak için yalvarıyorum. Ama anlatamıyorum. Anlatacak bir şeyim olmadığından mıdır bu, yoksa olduğundan mı? Bilmiyorum. Hangisi daha kötü onu da bilmiyorum doğrusu. Bilmediklerimledolu içim. Bilmedikleri korkuturmuş insanı en çok. Korkusuzu oynamayı bırakalı uzun zaman oldu. Kolaylıkla itiraf edebilirim. Korkuyorum. Peki bilmek için ne yapmak gerekir? Ölmek mi? Bilmek, ölümü niye çağrıştırır şu sabahın doğduğu zamanda? Ölmekten korkuyor muyum?