savaşlar düşmanları doğurduğu gibi kahramanların da büyümesine yol açar. bu yüzden savaşların kötücül yörüngesi iyiliğin narin ruhunu palazlandıracak ve perçinleyecek dominler ve donelerde var eder. işte bu yüzden düşmanları ve kahramanları var eden savaşların tüm bağıntılarını kötü olarak nitelendirmek doğru mudur? bir açıyla evet, savaşlar gözyaşı, feryat ve kanla beslenen sülükler olarak nitelendirebileceğimiz gibi, diğer bir açıylaysa buluşların, keşiflerin ve taktiklerinde gelişmesine önayak olur. bu sebepten ötürüyse savaşların dahi kabul göreceği bir alanı hem teorik hem depratik diyagramda bir köke zapt etmiş oluruz.

aslında hepimiz potansiyel olarak bir kahraman ve kötücül karaktere sahibiz. ancak bunun açığa çıkması zaman ve mekan bağıntısında var kıldığımız tercihler sayesinde aksiyon haline dönüşür. örneğin; ikinci dünya savaşının temel aktörü hitleri ele aldığımızda; ülküsü olan ahi ırk projesi yani aryan olanları sadece var etmek istemesi tüm insanlık düzeneğinde form olarak hatalı ya da yanlış tasavvur etsek dahi, kendi zihin dünyasında iyilik örtüsü altında şekillenmiş bir yapıya sahiptir. çünkü yapmak istediği, yaşamış olduğu toplumu ileri bir seviyeye çıkartmaktır. ve bu düşünceyi kendimize uyguladığımızda kaçımız kendi iyiliğimiz için ezip geçmişliğimiz var, bunu bir düşünelim. eğer bu düşüncenin eylemi perspektifinde yaptığımız aksiyonların kötü örüntülerini görmek istemiyorsak; tamamıyla ve gerçekçi bir yaklaşımla kendimize bakmıyoruz demektir. kısacası insan benliği itibariyle istek ve istençlerini var kılmak için edimlerinin yörüngelerini analiz etmediği müddetçe tutumlarını iyi-kötü olarak yargılamak da gereksiz olacaktır. ve gereksiz anlatım ve anlamlar bizi varlık aleminde kötü korteksine sıkıştıracaktır.

konumuza dönecek olursak; kahramanlık ülküsüyle yola çıkmış birisinin en büyük savaşı kendisiyle olmaktan başka bir şey değildir. nasıl mı? kahramanların asıl kahramanlıkları sınırlarını ve ne yapıyor olabileceklerini öngörüyor olabilmesidir. yani kahramanlar önce kendi içinde kahraman olmakla mükelleftir. tıpkı hegel'in tinin fenomolojisinde varsaydığı köle efendi diyalektiğinde köle olduğunun farkına varmaklığı. çünkü efendi olmaklığın temel savı onu efendi olarak kabul edecek bir görü üzerinden şekillenirken, köle tamamıyla doğal sav itibariyle gerçekleştirir. bu yüzden de kahramanlar aslında doğdukları coğrafyanın metafiziksel kölesiyken, eylemsel norm bağlamında efendileri hükmündedir. bu durum tezat gibi gözükse de aslında değildir. bireyin kendilik farkındalığı ve kendini bilmesi üzerinden şekillenen açıdır sadece. çünkü insan içindeki karanlık kadar aydınlığa meftundur.

sonuç olarak; insan var olmanın yani varlığının farkına vardığında, kendilik bilincini kendi üzerinden tanımlayıp eldeki doneleri de kullanarak kendi üzerine koyutlanarak aşama kaydettiğinde kendini keşfetmiş ve bulmuş demektir. aksi bir durumda ne birey ne de toplum varlık yükleminde bir yargı ortaya koyabilecektir. sadece hayat cümlesinde yüklem ve özne hariç diğer elemanlar ara formlar olma özelliği taşımaktan başka görevleri olmayacaktır. işte buradan hareketle hayatımızın yüklemi mi öznesi mi yoksa diğer elemanları mı olacağız? bunun kararını vermeliyiz. peki senin kararın ne?