Gece, büyük bir sükûnet içindeydi. Sabaha hazırlanan bulutların, göğün o lacivert pikesinin altına saklanıverdiği sükûnet dolu gecenin tam da kollarındayken taşkınlık ve bilhassa arsızlık içindeydi. Zihni susmuyor, göz kapakları uykunun diktatör mahmurluğuna direniyor, bütün bedeni zangır zangır titriyordu. Kirli, kahveden bozma yorganın altında saatlerce belki de ona kalsa günlerdir ölü hissiyatıyla yatıp duruyordu. Bazen dudaklarını sızlatacak kadar kahkaha atıyor, bazen de başını çatlatacak ölçüde ağlıyordu. Delirmiş gibiydi ve kati suretle mutluydu. Kendisini meslekten mesleğe atıyordu. Kah kilisenin papazı kah öğretmen, türlü türlü kılıf uyduruyordu cılız bedenine. Ama yine de bu uyduruk düzende kendisine yer açabildiği için deliler gibi seviniyordu. Dizlerini kanatan bir çocuğun ağlayamadığı lakin çaresizlik içinde olduğu o anda gibiydi. 


O yıl, Rusya’da Maslenitsa aylarından biriydi. İnsanlar oradan oraya koşturuyor, günleri ip yumağının peşinde koşan kedi gibi takip edip duruyorlardı. Kendisi bir Ortodoks kilisesinin güvenliğini yapıyor, aynı zamanda çalışan eksiği olduğu için oranın temizliğini de üstleniyordu. Papaz, kendisinin Protestan mezhebine sahip olduğunu duyduğu hâlde kendisini işten kovmamıştı, aksine saygı bile duymuştu. Soğuğun keskin bir bıçak gibi kırıldığı o bahar gününde kendisini şimdi olduğundan bile daha sağlıklı hissediyordu. Hatta kilo aldığı bile söylenebilirdi. O gün, ibadetin yapılacağı gün, kendisine karşı olan bir grup Ortodoks, kiliseye ‘‘onun’’ yüzünden gelmek istemediklerini ve bu yüzden günaha girdiklerini papaza açık sözlülükle dile getirdiler. Papaz, bunun doğru olmadığını, bir başkasının kimsenin günahına ortak ve sebep olamayacağını bu yüzden bunun doğru bir yaklaşım olmadığını yumuşak bir dille ifade etti.  


Papaz, sonraki günlerde ne kendisine bu durumdan söz etti ne de açıkça imalarda bulundu. Kendisi bu olaydan haberdardı fakat üstüne gitmemeye ve hareketlerine daha da dikkat etmeye başladı. Özellikle ortalık kalabalıkken kenara çekiliyor, göze batmamaya çalışıyordu. Bir gün, asfaltın bahar yağmuruna bulandığı o kasvetli günün ortasında, kendisi hakkında birtakım söylentilerde bulunan insanlara daha fazla dayanamadı. Öyle ki bu söylentiler artık yüreğini derinden kederlendiren bir avuç karanlık hisse dönüşmüştü. Yüreği kaldıramıyordu. Kendisine iğrenç bir yaratıkmış gibi bakılmasından, bakışlarının altına zımbaladıkları iğneleyici dışlanma duygusunun altında ezilmiş bir böcek gibi hissetmekten son derece sıkılmıştı. Öyle ki ayine gelen Ortodoksların bakışları altında ezilen istenmeme duygusunun kokusunu yanık yemeğin eğreti tadı gibi duyumsayıp duruyordu. 

 

Bir sabah, evinden hiç çıkmadan akşama kadar yatmayı sürdürmüş ve artık kilisedeki işini bırakma kararı almıştı. Karaağaçların dallarında polenlerini yaydığı, çiçeklerin arılara meze oluşunu, kuşların ve böceklerin birbirleriyle çarpışıp ötüştüğü sahneleri hiç kaçırmadan seyredip duruyordu. Bazen dışarı çıkıp bir boy yürüyüş yapmak, içindeki enerjisini boşaltacak ölçüde koşmak istiyordu. Fakat bazı kısmi insanların kendisine zararlı bir maddeymiş gibi bakmaları aklını kaçırmasına neden oluyordu. Evden hiç çıkmadı.  

 

Göğün daha canlı bir maviye büründüğü, bulutların ip atlar gibi o çocuksu enerjisiyle oradan oraya savrulup durdurduğu aydınlık gündüzün içinde, yatağında hareketsizce uzanıp duruyordu. Dolapta kalan son yemeğini yiyeli iki saat olmuştu ve midesini karıncalandıran hissi defetmek ister gibi gözlerini yumdu. Kulağına sesler geliyordu. Bu, adım sesleri veya kapısının altından uzatılan mektup sesi olabilir diye düşündü. Zarf, aşınmış parkelerde kusurluca kaydı ve gözlerini aniden açarak yerden kirli, kahve zarfı alarak yatağına geri döndü.  


Zarfın ağzını duyulmaktan korkar gibi nazikçe yırttığında katlı kağıdı açtı ve eğik, buruşuk harfleri dua okur gibi mırıltıyla okudu. Hatta birkaç kez tekrarladı ve olduğu yerde hissizlikle çöktü. Dedesi ölmeden önce kendisine son kez mektup yazmıştı. İçi titredi, parmaklarını aceleyle saymaya başladı ve derin nefesler aldı. Dedesine çok düşkündü. Neredeyse izinli olduğu her hafta sonu ziyaretine gidiyor, ona çeşit çeşit taze meyveler götürüyordu. Akciğer kanseriydi ve artık son evresindeydi. Zayıflamış, avurtları çökmüştü. Kimsesi yoktu. Çocukları ne kendisini arıyor ne de ziyaretine geliyordu. Bir tek kendisi düzenli olarak dedesini ziyaret ediyordu. Bu da dedesini mutluluktan ağlatacak kadar sevindiriyordu. Ölümünü bekliyordu. Kimsenin bu kanserden sağ çıkmadığının da farkındaydı lakin bununla şimdi yüzleşmek, içinin kaynar suyla dolmasını engelleyememişti.  


Mektubu defalarca okudu, belki de her satırını ezberleyinceye kadar devam etti. Sonra durdu ve dış kapının arkasında fısıltıya benzer sesler duyduğunu anımsadı. Acaba yanlış mı duyuyordu? Hayır. Sesler biraz daha yükselince kapıya yaklaşarak kulağını kapının bedenine yasladı. ‘’Duydun mu? Dedesinden miras kalmış. Şu işe bak.’’ Kulağını kapının ardından kaldırıp bir süre tebessüm ederek daldı gitti. Eğer fısıltılar devam etmeseydi aynı noktada uzun süre bekleyiverecekti. ‘’Adamın yüzüne bile bakmadık bunca zamandır. Bence özür dilesek iyi olur.’’ Bunu söyleyen bir başka kişiydi. Bu sefer derin bir kahkaha attı ve elini zor bela ağzına götürdü. O sıra fısıltılar durmuştu. Aniden kapıyı hızlıca açtı ve dışarıda belki yirmiye yakın insan gördü. Hepsi de yüzlerine geçirdiği karaktersizliği saklayacakları türden maskelerle donatmışlardı. Gözleri, tıpkı tiyatro oynayan ve rolüne bürümeden kendini ortaya atıveren beceriksiz oyuncular gibi bakıyordu. Kimisinin elinde tabaklar vardı dumanı tüten. Adam, o kadar çok eğleniyordu ki sanrıya girmiş gibi daha da büyük kahkahalar patlattı. Ayakları çıplaktı ve üzerindeki paçavralar sarkmıştı. ‘’Artık büyük bir mirasın sahibiyim!’’ Öyle güçlü bağırdı ki karşısındaki insanlar coşkuyla kralı selamlar gibi başlarıyla onaylayıp duruyorlardı. Çevreden olayı duyup gelen insanların sayısı artıyordu. Delirmiş gibiydi ve elinde dedesinden kalan son kağıt parçasını tutuyordu.  


Aniden büyük bir sıçrayışla insanları yardı ve ellerini havaya kaldırdı. Mektup, bayrak gibi dalgalanıyordu. ‘’Bunca zaman biriniz dahi yüzüme bakmadınız. İşimden ayrılmama sebep oldunuz ve şimdi de mirasımı duyup delirmiş gibi kapıma yığılmışsınız. Ama unuttuğunuz bir şey var,’’ derken elindeki mektubu daha da şiddetli sarsarak histerik bir kahkaha attı. ‘’Dedemden bana miras kalmadı!’’  

Kalabalıktan ince bir melodi gibi tınlayan uğultu sesi, birden kalınlaşarak kulakları sağır eden bağırışmalara dönüştü. Genç adam, insanların yüzündeki hayal kırıklığını büyük bir tiyatro seyreder gibi eğlenerek izliyordu. Sonra ellerini tekrar havaya kaldırarak etli dudaklarını sahte üzüntüyle sarkıttı. ‘’Hepinizden özür diliyorum ve o lanet hayal kırıklığınızı saygıyla selamlıyorum.’’

Kalabalık, şaşkınlığın ve biraz da utanç duygusunun verdiği duraksamayla bir süre yerlerinde kaldı. Adam, hiçbirinin yüzüne bakmadan evine girdiğinde mektubu komodinin üzerine incinmesinden korkuyormuş gibi bıraktı ve aynı sakinlikle yatağına geri döndü.  

Ellerini ensesinde birleştirdi ve biraz da tebessüm ederek kendi kendine şunları söyledi:

‘’Bayağılığın en somut hâli insanoğlu. Bir süre önce kendi ayaklarınızla yıkılıp gitmediniz mi karşımdan? Kanın kokusunu alan sinekler gibi sizler de üzerime bırakılan maddiyatın kokusunu aldınız değil mi? Ne acı! Oysa üzerime kat kat şeref giysem biriniz bile dönüp bakmazsınız, değil mi? Ne acı bir tecrübe edindim şimdi.’’