o naftaline bulanan

eski fotoğraflar gibi ömrümüz

yazık bir karşılaşmanın hatırasına yazılacak 

ön söz gibi,

zarif ve sessiz...

artık takvim yapraklarına yazılı öğütler

ve sanıldığının aksine

ayrılık şiirleri ağlatmıyor bizi

bilindiğimiz kadarız bugünlerde

ne az ne çok...

rüyasına yatıp, sabahını unuttuğumuz şeyler gibi

biraz kederli ama daha çok anlaşılmaz sanılan

-mesela okula başladığımız ilk gün gibi-

aniden hatırlanan çok uzakta bıraktığımız o sevgili

ve sabun kokulu çekmecelerde sakladığımız

o güz heyecanların 

biraz buruk biraz içli hatıralarına

küçük dokunuşlarla sarsıldığımız anlar gibi.


zaman işte tam da böyle telaşlı ve sabırsızca 

akıyor ayak uçlarımızdan

gönül yarası diyorlar o bakışlara inen perdeye

hayat da hep en yorgun

en yumuşak yerimizden vuruyor bizi

rüzgarına sadık yalnızlıkların

avuç içlerinde gizli izlerine yapışıyor 

ter gibi, kader gibi...

gece hep uzuyor böyle zamanlarda

ışıkları erken sönüyor bazı evlerin

ve

hayal kurularak geçilen

ilk gençlik günlerini özletiyor bazı eski şarkılar

şımarık gülüşlerde beslenen 

"hayat çok uzun" sayıklamaları

zamanın hızı

bazı yaralar

bazı gitmeler

ince dokunuşların

tende kalan gölgesi

ah ne çok haksızlıkmış meğer her şey

ne çok yalnızmış aslında insan

en çok da kendisine.

... 

sen ey uzak yolculuk düşlerini

ağaç gölgeliklerinde kuran küçük kız

aşk mı o tuttuğun elindeki?

saçlarına ilişen yağmurlardan 

dilendiğin neydi senin?