“-Başımıza bu da mı gelecekti, bunu da mı görecektik yahu!”


Demir gibi ağır başımı yastıktan kaldırıp da gözlerimi ovuştururken başımıza yine ne geldiğini, yine neyi gördüğümüzü merak ediyordum.


Annemin sesiyle güne başlamak güzel ancak böylesine endişe verici halleriyle değil şüphesiz. Sanki başımıza yeterince felaket gelmemiş gibi büyük bir felaketin gelme ihtimalinden korkuyor*, kendimizi büyük bir felaketin gelişine hazırlıyorduk ama büyüklüğünü annemin beni uykumdan uyandıran sesindeki endişeden kestirebildiğim yeni bir felaketi bu denli çabuk beklemiyorduk.


Televizyon ekranının dört bir yanını kaplayan göz alıcı son dakika uyarılarının ortak noktası, çoğunlukla bir sırt çantasıyla sokaklarında kaybolduğumuz bilmediğimiz coğrafyalarda bir süredir kol gezen bir salgının sonunda bizim topraklarımıza da uğradığını haber veriyordu. Odamdan salona kadar uzanan uzun ince bir koridor boyunca çıplak ayaklarımla yürürken annemin endişeli sesinin sebebini, başımıza ne geldiğini, yine neyi gördüğümüzü düşünmek için bir hayli vaktim olmuştu ancak böylesi aklımın ucundan bile geçmemişti. Az önce dört bir yanından uyarı şeritlerinin geçtiği televizyon ekranı bu kez sayısız eşit parçaya bölünmüş ve her bir parçasından görünen yetkililer sokağa çıkmanın tehlikeli olabileceğini, salgının giderek daha hızlı bir şekilde yayılabileceğini, bu yüzden herkesin bir süreliğine evlerinde kalmasının en faydalı şey olduğunu – adeta birbirleriyle sözleşmişçesine – tekrarlıyorlardı.


Bir süredir üzerinde çalıştığım ve bitirmek üzere olduğum romanımdaki esaslı karakterlerin son birkaç cümlesini düşünürken başımıza bu da mı gelecekti sayın okuyucu? İnsanların bir yandan yaklaşan baharın beraberinde getirdiği en güzel çiçek kokularını ciğerlerine çekecekleri diğer yandan lezzetli kahvelerini yudumlayacakları anlarda, kül tablasında Edip Cansever dizeleri bulunan bir evin uçlarından çile damlayan çamaşırların asıldığı balkonunda** kurduğu büyük düşlerin de sonbahar yaprakları gibi sararıp birer birer dökülebildiğini fark eden birinin hikayelerini okuyacağı sırada sahi bunu da mı görecektik? Aniden bir süredir kapandığım kendi evimin duvarlarının üzerime üzerime geldiğini hissettim. Biraz vakit geçirdiğim, kendimi biraz yakın ya da ait hissettiğim her yer bir süre sonra akıl hastanesine dönüyordu.***


Damarlarıma yürüyen kanın sesini duyuyordum kendimi dışarı attığımda. Annemin endişeli sesi ise yine kulağımda… Gözümün önündeki son görüntü ise açık pencerenin yanı başında duran romanımın tüm müsveddelerinin ben evin kapısını açar açmaz esen rüzgarla odanın dört bir tarafına saçıldığı… Orhan Pamuk der ki ‘güzel kaldırım yürürken yere bakmak zorunda olmadığınız kaldırımdır’ lakin hayatı öğrendiğim şehrin sokaklarında dolaştıkça yüzümü yere eğmekten başka bir şey gelmiyor elimden şimdi. Birilerine çarpmadan yürümenin imkansız olduğu kaldırımlarda şimdi kendi ayak sesimi duyuyorum. Günün koşturmacasına bir nefeslik ara verip de kahvesini keyifle yudumladığım o çok sevdiğim kahveci kepenklerini hiç kaldırmamış bugün. Göz alıcı ışıklarıyla gündüz bile etrafını renklendiren köşedeki alışveriş merkezi ise sessizliğe ve karanlığa bürünmüş. Yoldan geçen birkaç araba var; onlar da bir an önce gidecekleri yere varmanın telaşındalar. Kan iyiden iyiye damarlarıma yürümüş durumda sayın okuyucu, insan böyle zamanlarda kendisini bile duyamıyor.


Nazan Bekiroğlu Lâ’da insanın ne kadar nazlı olduğundan, yaşayabilmesinin ne çok şartın bir araya gelmesine bağlı olduğundan bahseder. Bugüne kadar ne çok şart bir araya gelmiş de peşi sıra nefes alabilmişim bu sokaklarda. Şimdi ise adeta bir zindana dönüşmüş durumda… Sahiden de insanı şaşkına çeviren şeyler kalabalıkta değil de sakin ve sessiz yerlerde****. Şimdi bir köşe başında, sırtımı bir duvara dayamış halde, canını teslim etmek üzere olan birinin damarlarından çekilen kan gibi, hayatın o çok sevdiğim şehrin yürürken yere bakmak zorunda olmadığım kadar güzel kaldırımlarından çekilişini izliyorum.


İnsan yaşarken bilmez yaşadığını sayın okuyucu. Keyif ve mutluluk insanın avucundayken gayet küçük görünür ancak ne kadar büyük olduğunu bir kere avucundan yitirdiğinde anlarsın. İşte ben de daha şimdiden, sokaklardaki kalabalığın da, yoğun bir güne nefes arası sağlayan bir kahvenin de, yollardaki korna seslerinin de, her birinin yüzünün ayrı bir hikayeyi anlattığı kaldırımı dolduran insanların da ne kadar anlamlı olduğunu anlıyorum.

Gözümü araladığımda yatağımın diğer yanını dolduranın bilgisayarım olduğunu gördüğümde çoktan uyanmıştım çünkü ağzına kadar dolu kül tablasından gelen koku, bu odada gecenin sabaha bağlandığının bir göstergesiydi. Demir gibi ağır başımı yastıktan kaldırıp da gözlerimi ovuştururken gözlerim çalışma masama kilitlendi. Her birine özenle işlediğim cümlelerimin yer aldığı kağıtlar düzenli bir dağınıklık içerisinde çalışma masamın üzerine yayılmış; bir süredir üzerinde çalıştığım romanımı artık bitirme vaktimin geldiğini hatırlatıyordu.


Ben tüm bunları düşündüğüm sırada belli belirsiz bir sessizliği annemin içeriden gelen sesi bozdu:

“-Başımıza bu da mı gelecekti, bunu da mı görecektik yahu!”



* Ertuğrul Mavioğlu'nun satırlarından...

** Canım Didem Madak...

*** Ali Lidar'ın Tesirsiz Parçalar'ından...

**** Yüce Zerey'in satırlarında...