Doğduğunuzdan beri içinde yaşadığınız bir evi düşünün. Her odasında iyi veya kötü, önemli veya sıradan, mutluluk veren ya da acı veren on binlerce anınız var. Evin içinde bulunan dekoratif eşyaların, mobilyaların, mutfak eşyalarının her birine hâkimsiniz.


Bir sabah uyanıyorsunuz. Bu uyanışınız, diğer sabahlarda olanlardan biraz daha farklı. Öyle farklı ki; daha önce hep uyuyor olduğunuzu, aslında ilk kez bugün uyandığınızı fark ediyorsunuz. Evinizin odalarında dolaşmaya başlıyorsunuz. Eşyalar yerli yerinde; ama biraz farklılar. Renkleri aynı, konumları aynı, kanepenin sağ tarafındaki kül izi dahi aynı. Yine de bir şeyler dünkü gibi değil.


Duvardaki kahverengi saatin akrebinin ve yelkovanının sesi… Aynı tik taklar; ancak bugün içinizde bir şeyler uyandırıyorlar. Farklı bir şeyler. Yerli yerinde acı veren. Başınızı çevirip pencerenizdeki lekelere bakıyorsunuz. Dün de vardı lekeler, ondan önceki gün de… Her gün “Temizlemek lazım.” dediğiniz o lekeler işte. Yabancı değiller. Yabancı değiller ama bugün içinizde kıpırdanan o rahatsızlık, size çok yabancı. Elinize bir bez, bir cam-sil alıp silmeye başlıyorsunuz camı. Hınçla. Sildikçe lekeler artıyormuş gibi bir hızla, kurtulmak ister gibi, lekeler sanki önce beze, oradan da elinize, kolunuza ve tüm vücudunuza yayılacakmış gibi. Yorgunluk ve yenilmişlik dolu bir çığlıkla bırakıyorsunuz ellerinizdekileri.


Eve ne olduğunu anlamıyorsunuz. Yıllardır bu evdesiniz. Bir şeylerin ters gittiğini daha önce anlamış olmalıydınız. Korkuyorsunuz. Evden çıkmak istiyorsunuz; fakat durum böyle ki başka bir ev bulamazsınız. Evinize çok öfkelisiniz. Duvarlara öfkelisiniz. Size hiçbir şey anlatmadıkları için, neler olup bittiğini söylemeyen bu duvarlara, kapılara, mobilyalara ve halılara çok öfkelisiniz.


Akşam dönmek üzere evden çıkıyorsunuz. Arkadaşlarınıza gidiyor ve sabah olanların konusunu dahi açmayıp, havadan sudan konuşuyorsunuz. Partilere gidiyorsunuz. Gelecek için planlar yapıyorsunuz. Evinizin durumu aklınıza geldiğinde barmeni bir kez daha çağırıyorsunuz. Bazı gecelerde başka evlerde kalıyorsunuz. Gideceğiniz bir ev kalmadığında, evi olan başka insanlarla tanışıyorsunuz. Aslında hiç istemediğiniz insanlarla geceler boyu sevişiyorsunuz. Paranızı son damlasına kadar, evinize bir daha girmemek için harcıyorsunuz.


Günler geçiyor, paranız bitiyor, sevgilileriniz sizi terk ediyor, arkadaşlarınızın ihanetini tadıyorsunuz ve o tuhaf evin yolunu tutuyorsunuz. Şimdiye kadar siz yuva olan, köşelerine sinip ağladığınız, ilk mastürbasyonunuzu yaptığınız, çeşit çeşit yemekleri ilk kez denediğiniz; ama şimdi, işte farklı olan o eve gidiyorsunuz. Kapıyı açıp boylu boyunca uzanan hole öylece bakıyorsunuz. Bu evle ne yapacağınızı düşünüyorsunuz. Elinize bir balyoz alıp bütün duvarları kırmak istiyorsunuz, mobilyaları ateşe vermek veya tüm camları kırmak da fena fikirler değiller. Sonrası korkutuyor bu kez de.


Birkaç adım atıp salona giriyor, sonra tüm odaları teker teker geziyorsunuz. Yerler tozlanmış, masalar da tozlu, ev bakımsız, siz yabancısınız. Yatak odanıza geldiğinizde yatağınıza sırt üstü uzanıyor ve gözlerinizi tavana dikiyorsunuz. Gözlerinizden yaşlar akmaya başlıyor. Bu korkunç evin, en sevdiğiniz bölümü burası. Dilediğinizce döşediğiniz, yumuşacık yatağıyla ve duvar renkleriyle sıcacık bulduğunuz bir bölüm. Salonda sevgilinizle kavga ettiğinizde ve kapıyı çarpıp çıktığında kendinizi bu yatağa atıp ağladınız. En güzel şiirlerinizi şu masada yazdınız. En tutkulu sevişmeleriniz bu duvarlarda, yerlerde ve yatakta yaşandı. Kendinizi darmadağın hissettiğiniz günlerde bu odayı en baştan düzdünüz. Sonra bir nefes aldınız.


Salona gidiyorsunuz ve o lekeli camın karşısına geçiyorsunuz. Lekelere bakıyorsunuz. Lekeler duruyor. Sildiğiniz kadarıyla temiz cam. Öfkelendiğiniz ve camın doğasını unuttuğunuz her an için yer yer çizik ve çatlak. Tekrar bir bez ve cam-sil alıyorsunuz elinize. Yine korkuyorsunuz; ama adım adım yaklaşıyorsunuz. Lekeleri yavaş yavaş, ovalaya ovalaya temizlemeye başlıyorsunuz. Dakikalarınızı alıyor, biraz kolunuz da yoruluyor. Alnınızdan akan terleri kolunuza siliyorsunuz. Aşağı inip geriye bir adım atıyorsunuz. Cama bakıyorsunuz. Cam temiz. Camda çizikler var, biraz da çatlaklar. Sorun etmiyorsunuz. Cam, sizin camınız ve içindeki çatlaklar ve çiziklerin nerede, ne zaman, hangi şartlarda, hangi duygularınız ve doğallığınızla oluştuğunu biliyorsunuz.


Geriye dönüp bir daha bakıyorsunuz eve. O korkutan tik taklar, aynı gürültüsüyle devam ediyor çalmaya. Bir nefes alıp gözlerinizi kapatıyorsunuz. Ertesi gün önemli bir görüşmenizin olduğu, üç yıl öncesini anımsıyorsunuz. Gözleriniz hep bu saatteydi. O heyecanı ve kaygıyı içinizde bir yerde tekrar buluyor, gülümsüyorsunuz. O görüşmenizdeki tuhaf anlar, eve dönerken metroda gördüğünüz o hayallerinizin insanı… Bir kez daha gülümsüyorsunuz.

“Ev nedir ki?” diye soruyorsunuz kendinize. Derin bir nefes alıyorsunuz sonra. Nefesi hissediyorsunuz ciğerlerinizde. Adım atıyorsunuz, ayak tabanlarınızla bütünleşiyor zemin, her defasında.


“Ev, benim. Korktuğumda kaçtığım, öfkelendiğimde duvarlarını yıktığım ve sonra bu duvarları en baştan inşa ettiğim, gidecek başka yerimin olmadığı ve beni seve seve, şefkatle kabul eden bir ev… O ev, benim. Ben, evim.”



Görsel @sorrrowfull hesabından alınmıştır.