Lambaların bile terk ettiği bir köprüde oturuyordu. Köprü, karanlığı üzerine gömlek gibi giyinerek asıl rengini gizlemişti kimseden. O an o vakit köprünün kenarına çıkmış, ayaklarını aşağıya doğru sarkıtan çocuk görmüyordu köprünün renklerini. Olur da karanlıktan gömleği çıkarsa istese de köprü, göremezdi çocuk. Yaşadıkları, yaşadıkları dolayısıyla gördükleri onu renk körü etmişti, hem mecazen hem de gerçekten. 


İnsanların inanmakta zorlandığı bir komplikasyon çıkmıştı gözlerinde. Ergenliğinin ilk dönemlerinden belirtileri gözüken bu göz hastalığı, renklerdeki sıcaklığı algılamasında sorun yaratmaya başlamıştı. Sonrasında da en yeni aldığı rengarenk tişörtleri bile on yıl sonraki solmuş halleriyle görmeye doğru evrilen ve de yanında başka dertler getiren bu hastalık, çocuğun neredeyse en ufak problemiydi. 


O yüzden, köprü kendini saklamasa dahi çocuk köprünün rengini göremezdi. 


Saat gece yarısı oldu mu, kol saatinin alarmı çaldı mı kendini aşağıya bırakmak gibi bir planı vardı. Evindeki odasının bir köşesine vasiyet bırakmıştı. İlk önce kendi üzerine bırakmayı düşünmüştü ama suya atlanarak edilecek bir intiharda, mektubu üzerine bırakmak çok da mantıklı gelmedi sonrasında. Yazdığı mektubu beyaz kıyafet dolabının alt kısmında kalan kutunun içerisindeki günlüklerin en altındaki zarfın içerisinde sakladığı mektubun içine koymuştu. Zarfın içine zarf koyarak bir çeşit matruşkalara özendiğini düşünmüştü ancak matruşkalar, evin ya da odanın görünür bir köşesine konulurdu o zarfların aksine. 


Saate baktığında saatin on ikiye altmış kala olduğunu gördü. Derin bir nefes aldı ve aldığı gibi de verdi. Bekledi. Hiçliği bekledi. Kafasındaki düşünceler bile durmuştu. İntihar fikrinin gerçek olacağını öğrenen fikirler, korkudan geri çekilmişlerdi sanki. Aklının meydanında, vahşi batı filmlerinin vazgeçilmezi olan o ölü bitkilerden dahi yoktu. Tüm fikirler, aklının içerisinde kendi kendine sokağa çıkma yasağı ilan etmişti sanki. Daha önce bir şey düşünmekte bu kadar zorlandığı bir vakit olmamıştı.


Vücudun kendini ölüme hazırladığını düşündü. Hiçbir şey düşünmeme haline. Ölüler de bir şey düşünmezdi sonuçta. Bu fikir ona mantıklı geldi. Demek ki vazgeçeceğine kendi vücudu da inanmayı bırakmıştı. Adapte olma fikrini beğendi ama bu gerçeği sevmedi. Kendisini ihanete uğramış hissetti, kendine inanmayı bıraktığı için. Ancak önceki başarısız denemelerinden sonra insanların ezberden konuşmaları ve yalandandoğan güven ile sahtedenbiten inanç konuşmalarının kendi vücudunun başvurduğu bir şey olmuyor olması, onu bir yandan da memnun etti. 


Yolların yapılma amaçlarını çok uzun zaman önce unutmuş olduğu bariz biçimde görünüyordu. Yolla beraber köprü de, köprünün iki yanındaki dikkat tabelası da hepsi unutmuştu neden yapıldıklarını. Orası öyle bir terk edilmiş köprüydü ki köprünün kendisinin de altındaki denize atlamak istediğini ama iki tarafa da bağlanarak cezalandırıldığından atlayamıyor oluşunun acısını çocuk, oturduğu yerde hissediyordu. 


“Bir saat sonra öleceğinizi öğrenseniz ne yaparsınız?” tarzı, hem sanal hem gerçek alemdeki muhabbetlerde konuşulacak gerçek konuların tükenmesi halinde sandıktan çıkarılan o klişe soruyu gerçekten yaşıyor oluşunun onu heyecanlandırması gerekiyordu ama hiçbir duygu uyandırmadı. Duyguları ölü taklidi yaparak hazırlanıyordu. Konuşulduğu gibi olmayan bir konu daha, diye düşündü. 


Onun düşünmesine gerek kalmadı; sağ tarafında önce yemek arayan hayvan adımı sandığı, sonra ise seste kıyafet hışırtısı duymasıyla bakmak zorunda hissettiği vakit bir kız gördü. Kendisinin yaşlarına yakın görünüyordu. Ay ışığını yansıtmasa karanlıkta kesinlikle kamufle olabilecek kadar siyah saçları vardı, topuz yapılıydı. 


Sıfır kollu beyaz bir gömleği, ayak bileğine kadar uzanan yırtmaçlı parlak siyah bir eteği vardı. Ayakkabısı ise yoktu. Köprünün asfaltına, tıpkı gömleği gibi bembeyaz olan vücudunun yalın ayaklarıyla basıp basıp ona doğru yaklaşıyordu. 


Sabahtan beri bir şey yemediği için aklı ona oyun oynuyor sandı ilk başta. Gerçek olamayacak denli bir güzelliği ve de ilginçliği vardı üzerinde. 

Kız onun yanına varana kadar birbirlerinin gözlerinin içine baktılar. Sonunda kız onun yanına varıp tıpkı onun gibi köprünün yanına oturup ayaklarını altlarındaki boşluğa doğru uzattığı vakit aralarındaki ilk diyalog, karanlıkta bir ateşböceği gibi parıldadı. 


“Burayı bulmakta çok zorlanmadın mı?” dedi kız.


Kim olduğunu sorardı aslında çocuk. Ancak bir saat sonra unutacağı… elli iki dakika sonra unutacağı bir şeyi öğrenmeye gerek yoktu diye düşündü. Dahil olduğu koşulları, karşılaşılabilecek en normal mekan, zaman ve durum olarak hayal edip kendini kurduğu hayale adapte etmeyi uygun gördü. O yüzden de sanki yüzüncü buluşmalarıymış gibi yüzünü kızdan ayırmadan, “Zorlandım ama buna değdi,” dedi. 


“Daha aşağıya,” diyerek konu açtı kız. “Tünel yaptıkları için bu köprü artık kullanılmıyor değil mi?”


“Evet, sen de mi sık gelirsin buraya?”


“Hayır, ilk defa geliyorum. Burayı bir kitapta okumuştum.”


“Hangi kitapta buradan bahsedilir ki?”


“Her insanın anlatmak istediği bir hikayesi vardır.” Bu cümlenin söylenişi ve de söylenirken kızın gözlerindeki ifade çocuğun dikkatini çekti. Rastgele söylenmiş bir ifade olmadığını tahmin ederek kendine mütevazı davrandı. 


“Haklısın,” diye kısa kesti cevabını ve kızın yüzünü inceledi. Kendisinin göz problemi yüzünden olsa gerek diye düşündü, kızın cildi bir ölünün cildi kadar beyaz ve de solgundu. İnci, kar ya da bulut gibi bir beyaz değildi bu. Binaların altında kalan, çukurlara atılan türden bir beyazlıktı. 


Aslında ise kız, hastalığının başlangıcından sonra çocuğun gerçek renkleriyle gördüğü ilk kişiydi. 


“Göz probleminden dolayı değil, cildimin gerçek rengi bu,” dedi kız. Önceki cümlenin üstüne gelen bu cümle ile beraber ateş ve barut buluşmuş oldu. Çocuğun aklı içerisinde bir patlama yaşandı, ancak tüm fikirleri kendini eve kapattığı için hiçbir fikri zarar almasa da, patlamanın yarattığı şiddet kafasının içerisindeki her bir köşede hissedildi. Omuzları dikleşti, nefes alışveriş temposu yükseldi, gözleri parladı, kaşları çatıldı. 


Şansını denemek istedi. “Telapat mısın?”


Kız güldü. Solgun pembe dudakları aralandığında; inci, kar ve de bulut beyazlığının nereye saklanmış olduğunu keşfetti. “Hayır, telepat değilim. Azrail’in stajyeriyim ben.”


“Efendim?”


“Beni duydun. Azrail’in stajyeriyim. Aslında o ‘çırak’ kelimesini kullanıyor ama ben o kelimeyi sevmiyorum. Beni beceriksizmişim gibi gösteriyor. Stajyer daha resmi. Ölüm de ciddi bir konu olduğu için, daha ciddi terimler kullanmalıyız bence.”


Hayatta hep olağanüstü olaylarla karşılaşmayı dilemişti. Son elli iki… kırk beş dakika kaldığında hayat onun bu dileğini gerçekleştirmişti ya da gerçekleştiğine kendini inandırma şansı vermişti. Gerçek olmayabilirdi, bir şaka da olabilirdi. Ancak, hayatı boyunca dilediği dileğe karşın kendisini üzmek istemediği için, diş perisine inanan çocuk gibi kendini buna inandırmayı seçti.


“Zor bir meslek gibi. Başka bölümün puanı mı tutmadı?”


“Olağan karşılamanı bekliyordum ama üstüne espri yapacağını tahmin etmemiştim.”


Böylelikle çocuk o gün ilk defa gülümsedi. Kafasını kızdan çevirip aşağıya baktı. Saatlerdir baktığı için artık korkutucu gelmiyordu. “Espri olduğunu kabul etmen beni mutlu etti.”


“Soğuk şakaları severim, ölü olduğum için.”


“Stajyerler ölülerden mi seçiliyor?”


“Evet.”


“Benim şansım var mı?”


“İntihar edenler dahil değil ama.”


“Tüh, zor olabilecek ama eğlenceli olsa gerek… Bir dakika. Niye Azrail’in kendisi gelmedi de stajyerini yolladı bana?”


“On sekiz yaşın altındaki intiharlardan sorumluyum ben.”


“Vazgeçirmek görevin değil, değil mi?” dedi çocuk ve bu sefer sesli de güldü.


“Biraz ters olur çünkü.”


“Hayır, gerçekten intihar edecek olanların başında bekliyor, gerçekleştirdiklerinde de ruhlarını alıp götürüyorum.”


Kendi aklının kabul etmesini yanında, ölüm meleğinin de kabul etmiş olması onu etkiledi. 


Kız, anlatmaya devam etti. “Karışmamam gerekiyor ama… seninle konuşmak istedim.”


“Benim diğerlerinden farkım ne?”

Gerçekten merak ettiği bir soruyu sormuştu. Cevabı yalnızca duymak değil, gözleriyle de görmek istiyordu. Tüm odağını, kızın aşağıdaki denize bakan gözlerine verdi. 


“Bir farkın yok, onlarca ölümü kayıtsız kalarak izledim. Biraz farklılık herkese iyi gelir.”


“Haklısın. Biraz farklılık herkes için iyidir.”


“Evet, bunu günlüğüne yazmıştın.”


Hayali bir yumruk savrulmuş gibi, hafif de olsa geri çekildi çocuk. “Yazdıklarımı ne ara okudun?”


“Yanına biraz erken geldiğimi fark ettim. Vakit gelene kadar günlüklerini falan okuyayım dedim.”


Kızla konuştukça, kendisini diş perisine inanan bir çocuktan daha farklı görmeye başlıyordu. “Güçlerinin arasında süper hızlı okumak da mı var?”

“Hayır ama sürükleyici yazmışsın hepsini. Bir günlüğü bile sürükleyici yazmayı başarmışsın.”


Bu lafın üzerine ikisi sessizce oturdu. Tüm bu konuşmaların bir şaka olma ihtimali hala uzaktan el sallıyordu ama o inatla, bunun ve bunların gerçek olabilme ihtimaline doğru bakıyordu. Zaten otuz beş dakika kalmıştı. Gerçek ile şaka birbirine karışmıştı çoktan. Tüm gerçeklik bir kamera şakasına bürünmüştü. Gökyüzünü, onu kaydeden onlarca kamera süslemişti. Aradan bazıları bir yandan bir yana hızla kayıyordu, işte onlar da geniş çekim yaparak panoramik görüntü elde etmek isteyen kameralardı. 


“Günlüklerimi okuduysan burada yapacağım şeyi neden yapacağımı biliyorsundur.”


“Evet, biliyorum. Ama dile getirmek için fazla canlıyım. Tüm o günleri, ölü birinin kalemiyle yazmışsın.”


“Sen böyle söyleyince kalemi ölmüş olan birinden almışım gibi duyuluyor. Aslında olay kalemde değil, onu tutan kişide.”


“Yok, ben yazının biçimi için dedim. Ölü birinin kalemi gibi, kalem sanki her an düşüp devrilmek istiyormuş, yamuk ve de kayık yazmışsın tüm sayfaları.”

O denli derin bir nefes verdi ki çocuk, ruhunun bir parçasını da çıkarmış gibi hissetti. “Bu eleştiriyi Azrail’in stajyerinden de duyduğuma göre, artık yapılacaklar listemde hiçbir madde kalmadı. Rahatlıkla aşağıya atlayabilirim. Ancak… yirmi sekiz dakikam var hala.”


“Hayır, yirmi sekiz dakika olmamalı,” dedi kız. Çocuğun kolundaki saate baktı. Gerçeği dijital olarak orada görmek, kızın gözlerindeki hakikat arayışına hiçbir şekilde yardımcı olmadı. “Gerçekte kırk beş dakika var. Saatini ileri mi aldın?”


“Hayır.” İnsan olmayan bir varlığı şaşırtabilmiş olmak gururunu ufak da olsa gıdıkladı ama tüm duyguları ölü taklidi yapmaya devam ettiğinden değişen hiçbir şey olmadı. “Saatin daha hızlı ilerlemesini sağladım, bir nevi programladım yani. Yine bir dakika altmış saniyede doluyor ama altmış saniye çok daha hızlı geçiyor.”


“Neden böyle bir şey yaptın?”


“Zamanın standart haliyle burada böyle oturmak çok sıkıcı olurdu.”


“Ben geldim.”


“Saatlerdir buradayım. Sen günlüklerimi okumakla meşgulmüşsün.”

“Evet, çünkü sana şunu diyebilmek için…”


İşte o noktada, çocuğun beklediği tek bir cevap vardı. İntihar karşısında ölüm meleğinin stajyerinin bile aynı temenniyi sunacağını, aynı lafları farklı sırayla dizeceğini düşündü. Ancak o gece, çocuğun ölü taklidi yapmakta olan şaşkınlık duygusunu uyandırmak için tüm gücüyle çalışıyordu.

“Yazmaya devam et,” dedi kız. Rüzgar ani bir atakla kuvvetlice esti, sesin eksiksiz olarak kızdan çocuğa ulaşmasını diliyormuş gibi sesi özenle taşıdı. “Sana ölmekten vazgeç diyemem. Yalnızca, yazmaya devam etmeni söyleyebilirim.”


“Ama yazmaya devam edebilmem için, atlamaktan vazgeçmem gerekiyor. Yani bana bir şekilde, vazgeç de diyorsun.”


“Yalnızca günlüklerini okumadım. Yazıp kaydettiğin her metni okudum. Çok önceden ben de insandım, hatırlayamadığım zamanlarda. O yüzden ölümlüleri artık anlamıyorum. Ancak fikirleri, metinleri ve kitapları anlıyorum. Ölümsüzlüğün dilini bilirim. Seni anlamadım ama yazdıklarını anladım. İşte o yüzden, senin vereceğin karara karışamam ama yazmaktan vazgeçmemeni söyleyebilirim.”


“Şu son yarım saatte kafamı karıştırmayı başardın. Ben buraya rahat bir ölüm için gelmiştim. Kafamdaki tüm nergisler, kurbağalara yumuşak birer yatak olarak dağılsın diye burayı seçtim. Evet… burada kurbağa yok, metaforik konuşuyorum. Gerçi sen metafordan anlıyorsundur, işin ölüm zaten.” Saçmalamakta ne gibi bir noktaya vardığını fark etmesiyle sustu çocuk. Sadece sustu, ağzından dökülecek kelimeleri, aldığı nefeslerle boğazından geriye tıkmaya uğraştı. Kız da ayaklarını salladı boşluğa doğru. 


“Sizin keşfettiğiniz hiçbir renk,” diye sözü devraldı kız. “Ölümün rengini niteleyecek noktada değil. O yüzden, herkesin dünyayı gerçek renkleriyle görebildiğini düşünme. Kimse tam olarak göremiyor.”

“Bu… pek moral olacak bir şey değil.”


“Moral olsun diye söylemiyorum. Zaman geçirmen için buradayım.”

Çocuk, saatine baktı yeniden. “Son on beş dakikam kaldı. Peki ben ruhum bedenimden ayrılırken… görecek miyim etrafı?”


“Göreceksin, genelde insanlar göremediğini sanıyor. Aslında etrafı yalnızca ölümün renkleriyle görüyorlar ama ilk defa deneyim ettikleri renkler olduğu için, çoğu kör kaldığını düşünüyor.”


“Benim şu an gördüğümden ne kadar farklıdır acaba?” Araya bir sessizlik girecekti ki çocuğun ölü taklidi yapmakta olan merak duygusu hafif kıpırdandı. “Bana adını söylemedin.”


“Sizin dilinizde bir karşılığı yok.”


“Neden insanlarla konuşmadığını anlıyorum… onlarla kuracak bir bağın yok çünkü.”


“Evet, haklısın. Ama yazdıklarınla bir bağım var.”


“Kitap kurdusun da benden mi gizliyorsun?”


Yine bir sessizlik oldu. Son dakikalarda, konuşmalarının arasına sızmak konusunda daha başarılıydı sessizlik. Bu konuda önce rahatsızlık duydu çocuk, sonra rahatsızlık duyuyor olmaktan rahatsızlık duydu. Şurada kala kala on dakikası kalmıştı. Kendisini Azrail stajyeri olarak tanıtan bir kız gelmiş, ‘öleceksen öl ama yazmaya devam et’ diyordu. Hayatı boyunca absürt ve olağandışı bir şey görme beklentisini, hayatı boyunca karşılıksız sürdürmüş olmasının meyvesini topladığı için memnun kaldı. Şaka olsa bile, meyvesi tatlı bir şaka olacaktı. 


Kız elini eteğinin cebine daldırdı. Eteğiyle aynı parlaklıkta ve aynı siyahlıkta bir dolma kalem çıkardı. Arka kısmından tutarak, mürekkepli sivri ucu çocuğa bakacak şekilde kalemi doğrulttu. “Bir anlaşma yapmak ister misin?”


“Burada olmamın nedenlerinden biri, anlaşma yapamamam.”

“Aklında kalanları yazmadan ölürsen, tüm fikirlerini de kendinle beraber götürürsün. Bu onlara haksızlık. Kendini bıraksan da onların yaşaması lazım.”


“O yüzden de bir dolma kalem uzatıyorsun bana şu an?”


“Senin ruhunu bu kalemin içindeki mürekkebe dolduracağım. Kalem tükendiğinde, onunla beraber sen de tükeneceksin.”


“Teşekkür ederim,” dedi çocuk ve ayağa kalktı. Az önce oturduğu yere ayaklarını koydu ve havuza atlamaya hazırlanırcasına biçimlendirdi kendini.


“Ama istemiyorum. Sadece atlamak ve atlatmak istiyorum.”


Kızın cevap vermesine müsaade etmeden bıraktı kendini aşağıya. Saati de onunla beraber çaldı. Korkudan dolayıymış gibi titredi saat. Deniz ise tüm karanlığıyla çocuğa doğru yaklaştı. Aşağıya doğru düştükçe, kendisi aşağıya doğru düşüyormuş gibi değil deniz yukarıya doğru çıkıyormuş gibi düşündü. Sonrasında ise hem onun hem denizin hareket ettiğini, ortada buluşacaklarını düşündü. Sevgiyle birbirlerine kavuşmak için birbirlerine koşan çift gibi. Sadece onu düşüyor, denizin hareket etmiyor olması ise o an sarsıcı bir gerçekti. Kapısına o kadar hızla gelen misafiri bir deniz olarak değil, bir betondan olma zemin gibi karşılayacak olan denizin sarsıcılığı kadar gerçekti. 


Aşağıya doğru düşmesiyle aşarak yarattığı hava tünelinin çıkmaz duvarına çarptı.


Sarsıcı bir çarpışma olmuştu onun için. Ancak kapatmış olduğu gözlerini açmak kadar da sarsıcı olmamıştı. Çocuk, kapalı gözlerini yeniden açtığında kendini köprü kenarına, kızın yanına oturmuş olarak buldu. Sanki atlamaya hiç kalkışmamış gibiydi.


“Ruhunu kaleme aktarmak o kadar basit mi sandın?”


“Çok, gerçek gibiydi.”


“Gerçekti çünkü. Sadece denize değil, kalemin içine atladın diyelim. Gerçekten öyle olmadı da sen nasıl düşünmek istersen, o öyle gerçekleşmiştir.”


“Çok yanlış düşünürsem gerçekleşleşecek mi?”


“Her düşündüğünü yazmamalısın belki.” Kızın bu lafı üzerine ikisi de güldü. Çocuğun gülmesi, az önce yaşadığına karşı bir savunma mekanizmasıydı aslında. Atladığının, denize çarptığının gerçek olduğuna emindi ama değildi. Hiç olmamıştı.


Kızın uzattığı kalemi aldı. “Teşekkür ederim. Ağırlığı… hiçbir kaleme benzemiyor. Yani bana diyorsun ki ölmeden önce kafandaki her şeyi yaz. Ancak bu… çok uzun sürmez mi?”


“Sürmez, başladığın vakit anlayacaksın.”


“Bunu daha önce yapmış gibi konuşuyorsun.”


Kız hiçbir şey demedi. 


“O zaman, gidip yazmaya başlayayım ben. Sen de işine dönersin artık.”

“Evet,” dedi kız. Çocuk ise o sırada kaleme baktı yeniden. Cevabın kısalığına karşı laf edecekti ki kafasını tekrar kaldırdığında kızı ortada göremedi. Etrafına baksa da bulamadı. Kalemin ağırlığı, dengesinin mükemmelliği dikkatini çekti. Elinde çevirdi, bir silah gibi hissettiriyordu. 

O gece köprüden atlamadı çocuk. Saat gece yarısını geçti, o yürüye yürüye evine vardı. Kapısını açtığında bilekleri kesik cesetlikte ilk gününü tamamlayan annesinin kokusuna aldırmadan oturma odasından geçti. Sahipsizlikte üçüncü gününü yaşayan ablasının odasını da geçti. Sahibi bile bırakmıştı odayı, ilaç kokuları hala oradaydı. 


Dolma kalemle, bulduğu ilk boş deftere yazmaya başladı. Güneş doğana kadar yazmaya devam etti. Güneş doğduktan sonra da yazmaya devam etti. Kız haklı çıkmıştı. Ruhuyla yazınca aklına kıyasla daha hızlı yazmıştı. Üstelik eski defterlerinde olduğu gibi ‘ölü gibi’ yazmamıştı. En canlı harfleriyle yazmış, kelimeleri kağıda kaleminin iğne ucuyla beraber işlemişti. Zihninin evlerine saklanmış tüm fikirleri, boş sayfalarının üzerine mürekkebiyle yağmıştı. 


Kokudan şikâyet eden komşunun, kilidi açık kapıdan girip korkuyla geri çıkmasından önce durabilmeyi başardı ancak. Kalbi atmadığında kalemi atmış oldu. Yerde yuvarlanan kalem, beyaz dolaba doğru yuvarlandı. İçinde kalan son mürekkepler, beyaz dolabın altına doğru akarak süzüldü.

O gün bir yazar, kalemiyle beraber tükendi.