İlaç kokulu koridor boyunca yalnız dikkatli gözlerin seçebileceği bir aksaklıkla yürüdü, önünde ufak kalabalığın bekleştiği kapıya gelince durdu, gözlerini kısarak tabelayı tekrar tekrar okudu, sonra seyreden bakışlara aldırmadan duvar dibine geçti, kamburunu adeta duvara çarparak oturdu. Bu çarpışma sanki duvar boyunca yankılandı, insanın çamur gibi tepeleme biriktiği koridor birden sessizleşti.


Bu kez herkes ona döndü; kadınların dudakları hızlı hızlı kıpırdanıyor, erkekler gözlerini kısarak onu seyrediyor, çocuklar ise o yana bakmamak için çabalıyor fakat sonunda meraklarına yenik düşüyorlardı. Yalnız sırtındaki alışılmadık çıkıntı değildi onu ilginç kılan; kocaman eğri burnu, bir türlü üstündekiyle buluşamayan şişkin alt dudağı, çukura düşmüş gibi burun kemiğine kadar uzanan seyrek kaşları en az kamburu kadar dikkat çekiyor; kalabalıkta acıma ve itirafı zor bir iğrenti uyandırıyordu. Ona bakmak, onu seyretmek ilahi bir zorunluluk, geç kalınmış bir yüzleşmeydi sanki.


Fakat Kambur oralı görünmüyordu; bakışları sabit, ifadesiz, yere bakıyor, az sonra içeride yapacağı konuşmayı prova ediyordu. Bununla birlikte zaman zaman bazı kelimelerin dudaklarından çirkin bir fısıltıyla dökülmesine de engel olamıyordu.

Yılan tıslamasını andıran bu ses yakınındaki birkaç çocuğu korkutup ağlatınca etrafındaki koltuklar birer ikişer boşaldı; Kambur, bir veremli gibi köşesinde yalnız bırakıldı, koridor yeniden eski gürültüsüne teslim oldu. O, alıştığından olsa gerek, olan biteni fark etmedi bile.


Enjeksiyon odasının önündeki aldatıcı kalabalık beş dakikaya kalmadan eridi. Kambur, düşüncelerinden sıyrılmaya vakit bulduğunda iki kişinin birden sırasını kaptığını fark ederek öfkelendi, duvarlara tutunarak ayağa fırladı, yalpalayarak yürüdü, iki adamın arkasında sıraya girdi. Bu dakikadan sonra önünden geçip giden, koltuklarda oturan, kapının önünde bir iki saniye bekleşen hemen herkesle bakışlarını çarpıştırmaya gayret etti. Az sonra, yumuşak ve yılgın sesin talimatıyla olduğu yerde sıçradı, sözlüye kalkan bir çocuk gibi kafasındakileri hızlı hızlı tekrar ederek içeri doğru süzüldü.


Kendinden emin, tam konuşmaya hazırlandığı esnada hemşirenin alev saçan bakışlarıyla çarpıştı, titredi, onulmaz bir günahın kıyısından dönmüş gibi pişmanlıkla sustu; avucunda, kırışık bir reçeteye sarılmış iğneyi keyifsiz uzattı, paravanın arkasına yürüdü, kemerini çözdü, kamburunu bir poşet çöp gibi sedyeye bıraktı, biraz çırpındıktan sonra iyice yerleşti.


Artık sol kalçası iğne vurulmaktan çürümüş, buna rağmen sedyeye her uzanışında seçimi hemşireye bırakıyor, aksi gibi hemşire de her seferinde kendi tarafındaki sol kalçayı sıyırıyordu. Cesaret edebilseydi iğnenin sağ tarafa yapılmasını rica edecekti. Yine de üzülmedi; hemşirenin bu kez doğru seçimi yapacağına inandı.


Bunları düşünürken hemşirenin iğneyle yanına kadar sokulduğunu fark etmedi, birden sol kalçası sıyrılınca kalbi duracak gibi oldu, ancak yine pes etmedi; hemşire çürüklerini görünce hâline acıyacak ve muhakkak diğer tarafa geçecekti. Sanki zaman durdu; yalnız, bir kalbin gürültülü atışları ve üstündeki yükün ağırlığından feryat eden ciğerlerin zayıf solukları işitildi. Serin pamuk, kabuk tutmuş iğne yaralarının üstünden bir badanacının keyfiyetiyle geçip gitti; Kambur’un önce içi bir hoş oldu, sonra öfkelendi, bir şeyler söylemek istedi fakat sustu, sonunda infazını kabullenmiş bir mahkûmun sessiz hüznüne gömüldü. Fakat artık kaçıncı gelişiydi; nasıl oluyor da makul isteği anlaşılmıyor, hatta kendi fikri sorulmaksızın lüzum üzere gerçekleştirilmiyordu?


Hemşire, vergisinden sakınır gibi duyulmaz bir sesle fısıldadı:

— Derin nefes al.


Ciğerler kamburun müsaade ettiği kadarıyla dolduruldu, parlak iğne mor noktaların arasından suya girer gibi rahatlıkla süzüldü. Buna rağmen hemşire öfkeyle "Rahat bırak kendini, rahat bırak," diye söylendi. Rengi bile insanın içini karartan sıvı yavaş yavaş, acelesiz boşaldı.


İğnenin hemen arkasından pamuğu bastıran hemşire başını öte yana çevirdi, paravanın üstünden koridora baktı, gözleriyle masanın üstündeki kayıt defterini inceledi, ufak pencereden yan taraftaki ecza odasını seyretti, fakat beklediği devir teslim bir türlü gerçekleşmedi. Neden sonra Kambur’un pamuğa hareketle çırpınan, her defasında duvara çarpan bir taş gibi kamburundan geri seken kollarını fark etti. Alışkanlık, biraz da unutkanlık üzere gösterdiği insafsızlığa kızdı. Bu kadarı da olmaz, diye düşündü. Yürüdü, paravanın arkasına geçti; yüzü düşünceli, Kambur’un hâline acıdı, biraz da iğrendi. Sonra hüznünü, insanlığını belli etmek isteyen bir sesle koridora doğru haykırdı: Sıradaki!


Sedyeden ancak inmiş olan Kambur üstünkörü toparlandı, yaşlı gözlerini hemşireden sakınarak bir hışımla odadan çıktı; hastanenin kapısına dek kalçasının sancısına aldırmadan hızla, düzgün yürüdü. İstemeden işlediği cürmün pişmanlığıyla kendini sokağa attı. Bir an önce eve gitmek; bir başına, kimselere görünmeden doyunca ağlamak; sabaha kadar yatağında uzanıp uykusuz, tavanı seyretmek; hatta birkaç sigara içmek istiyordu.


Akşam çökmüştü. Yanaklarını ıslatan gözyaşlarını sildi. Karanlığın ortasında durdu, uzun uzun nefeslendi. Sonra sakin, aldırmadan, eve kadar yalpalayarak yürüdü.