86 yazı bizim için pek iyi geçmedi. Bizi freni patlamış bir kamyon gibi, hayatımızın yokuş aşağı bir yerinde yakaladı demek daha doğru olur. Belki de freni patlayan o kamyon Resul’dü. Biz tabii bunu çok sonraları fark ettik. Yine de pek üzüldük denemez çünkü kamyonlar hakkında pek bir şey bilmiyorduk. Resul hariç. Beynindeki plastik bakkal poşetinde sakladığı öykülerin yalnız biriydi kamyonlar. Belki de en büyük öyküsü… Ne de olsa Resul’de baba mesleği kamyonculuk. Tuğla gecekondunun penceresi altında en çok dinlediğimiz hikâye babasının kamyonu. Bir seferinde Arabistan’da, bir başkasında Suriye’de yahut çok ayrı bir başkasında Afganistan’da biten -yok bitemeyen- o hikâye ve bazen turuncu, bazen kırmızı, bazen de sarıya çalan bir kamyon. O kamyon bazen döner ve bazen de dönmezdi.


Resul o gün ustadan yeterince dayak yediyse köşeden sağ yanına yıkıla yıkıla geldiğini, mahalleye bir cakayla nasıl girdiğini görürdük; değilse Resul kamyonun kendisi olurdu. Babasını aramak için yola çıkardı. Biz de dorseye atlardık. Dünyayı dolanır gelirdik. Arabistan’ı çok defa yıldızlardan bulduk. Yosunlara hiç gerek kalmamıştı çünkü bizim hikâyelerde gökyüzü hep berraktı geceleri. Yolumuzu çok çeşitli yollardan bulurduk çünkü haritaya verecek paramız hiçbir zaman olmamıştı. Sözde uzun yola çıkardık ama yanımıza aldığımız tek şey Resul’ün hırkası olurdu.


Siz bilmezsiniz, Resul için o hırkayla doğdu derler. Biz de orada değildik ama yine de biliyoruz. Resul o hırkayı aklı yettiği gün pis bir huy edindi. Evsiz bir adamın kışta kalmamak için ağustos yangınında sırtında sürüklediği bir battaniye gibi sakladı o hırkayı. Anası pisliğinden sıyrılsın diye kaynar kazana attığı günden sonra aralarına biraz soğukluk girdi ama vazgeçmedi o hırkadan. Anısı vardı nihayetinde. Ağabeyinin karşısına çıktığında “kokunu yittim” demek her babayiğidin harcı olamazdı. Resul’ün de değildi. Birçok defa “Cennette hırkaya ihtiyacın olmaz.” dedik, anlattık. Bana mısın demedi. Uykusunda üzerinden sıyırıp çaldık, köpek gibi havayı koklaya koklaya bulup yine geçirdi üzerine o yün, talim tahtası gibi delik deşik olmuş paçavrayı. Ses etmedik. “Nihayetinde anısı var.” dedik, sustuk.  


Tek başınalığa samimi bir varoluşsal sancı gibi yaklaşırdı Resul. Yol soran herkese kendi evinin tarifini verirdi. Biz meseleyi bilmez gibi yapardık, konu kapanırdı ama akşam illaki evin önündeki beton verandada toplanırdık. Hırka yine çıkmazdı sırtından. Zaten bir yandan da yatağı gibiydi, sarınıp uykuya dalınca usulca terk ederdik orayı. Resul eve girmezdi, gelen olursa diye. “Kim gelecek Resul?” derdik, ses gelmezdi. “Kim gelecek Resul?” derdik, Resul çoktan yolu yarılamış olurdu. Gümrüğe varası olurdu neredeyse ama biz henüz betondan toprağa basmamış olurduk. Beton pek ses çıkarmazdı ama yine de usul usul çıkardık o bahçeden. Yine de sesimiz yükselirdi, “Ne kamyonmuş arkadaş!” derdik. Bilmediğimizden değil, bir insanın bir kamyon olabilmesine şaşardık. Kıskanırdık da biraz elbette. Bir insanın bir kamyona dönüşebilmesi bizim mantığımıza pek uymazdı. Zaten muhtemelen fizik yasalarına da uymazdı ama henüz okul görmemiştik. Bunu beceremezdik biz Resul olsaydık. Daha mahalleden çıkmadan bir evin üzerine uçar, bacasında asılı kalır, dahası o kamyonu oradan indiremez ve en çok madara olduğumuza üzülürdük. Resul üzülmezdi, zaten madara doğmuştu.


Madara doğmuştu dediysek, biz o gün oradaydık, ondan söyledik. Babası ağabeyini de yanına alıp gittiği gün -ki o gün Resul babasının elini ilk ve son kez öpmüştür- Resul tam on sekiz gündür altı yaşındaydı. Erkek olacak yaşa geldiğini henüz bilmiyorduk ama el öpmesinden bazı çıkarımlar yapmadık dersek yalan olur. Babası da böyle düşünmüş olacak ki evi komple Resul’e devredip gitti. Resul’ün tezgaha geldiği gün -Tezgaha gelmek diyorum çünkü başka bir açıklamasını şairler de yapamaz bu meselenin. Resul tezgaha gelmekle kalmadı, tezgaha geldiğine kızıp pazar yerinde ne kadar tezgah varsa hepsini de başka yerlere gönderdi.- tam dokuz senedir babasını beklemekteydik.


O dokuz sene de pek iyi geçmedi. Bizi kısa pantolonlarla ayakta kalmaya çalıştığımız bir zamanda, olmayan paçalarımızdan yakaladı demek daha doğru olur. Yamalıydık da üstelik. Köşedeki hayratın önünde hayallerin alınıp satıldığını duyardık. Bu mesele bizi pek ilgilendirmezdi ama. Paramız yoktu çünkü. Dokuz yılı konuşmadan alınıp satılanların dedikodusunu yaparak ve yol tarifleri arasında geçirdik. Birileri gelip giderken Resul her gün daha çok kamyonlaştı. Ta ki babasının iki kişi çıktığı yoldan tek başına döndüğü sabaha kadar. Şairlerin sabahlara mutlu mesut uyanmasına aldanmamayı biz o gün öğrendik. Dal kırıldı mı ağacı kökünden sökmüşler gibi hissedermiş, onu da o sabah öğrendik. Derdi babası sanırdık, hırkaymış. O sabah hayatımızda öğrenmediğimiz kadar şeyi bize otuz saniyede zorla öğrettiler. İnsan öğrenmekten kaçamazmış, onu da o sabah öğrendik.

Yırtık pantolonlarımızdan aşıp dizlerimizi aşındıran bir yaz sabahında o kamyon canımızı aldı.

Oysa biz hâlâ hırkanın derdindeydik.


Böyle sıcak bir yazı ne Arabistan ne Suriye ne de Afganistan görmüştür. Resul görmüştü ama. Bu poyrazı nicedir içinde taşıdığını, hırkasını çaldıkları için ağustos ayında alçakça bir havale geçirdiğini biz bilememiştik. Zaten hayattaki en büyük pişmanlığımız da buydu. Elma ağacına tırmanınca bir bacak, bir kol yahut bir kafa geride bırakılabilir. Bu pişmanlık da tam olarak böyle bir şeydi. Biz Resul’ün elmaları yiyeceğini sandık, ama o elma tezgâhını yıkıp tüm pazar yerini kana buladı. Babasının kamyonuyla. Bir yaz sabahında. Resul pazar yerine daldı çünkü hırkasını çaldılar. Onu tarif edilemez bir kederle baş başa bıraktılar. Babasının döndüğü gün -tam olarak 9 yıl, 3 ay ve 21 gün sonra- ağabeyinin hırkasını çaldılar ve pazar yerindeki kimse o Allah’ın belası hırkanın nerede olduğunu bilmemekte ısrar etti.

Resul o gün 45 kişiyi öldürdü. Aralarında Harabelerin Hasibe teyze, Bakkal Necmi’nin oğlu Kürşat ve pastaneci Nurten’in kızı Sevda da vardı.


Biz olayı kasaptan öğrendik. Kasabın camekanına içimdeki 15 yılın pisliğini boşalttım sanki o sabah. Kasap da üzüldü çünkü kıymalarından çaldığı anlaşılana kadar çıraklığını yapmıştı Resul onun. Aralarında bir hukuk vardı nihayetinde. Zaten -yine siz bilmezsiniz- o hayatındaki tüm insanlarla hukuk köprüleri kurardı o zamana kadar. Köprülerinin bir ayağı gecekondunun önündeyse diğeri bakkalın para çekmecesinde yahut kasabın kıyma paketlerinin yanında olurdu. Sağlam ilişkileri vardı anlayacağınız. Sağlam bağlantıları vardı. Köşedeki taksi durağına şoförlük pozisyonu için yaptığı iş başvurusu nasıl kabul edilmedi hâlâ anlamam.


Velhasıl Resul’ü 41 yıla mahkum ettiler. Ben o 41 yılın ilk 3 yılında her gece o hapishanenin önünde bir sokak köpeği gibi uludum. Bekçilerden düdük yedim, inzibatlardan öldüresiye dayak yedim ama susmadım. Duvara “Resul’ü verin yoksa kötü olur.” yazdım ama Resul’ü alamadım. Yine de direndim. Resul’ü önce Adana’ya, sonra Diyarbakır’a gönderdiler. Yola gündelik para verecek kadar zengin olmadığım için Diyarbakır’da kalmaya karar verdim. Resul’ün “racon” dedikleri gereği bağlama çalmayı ve tespih çekmeyi öğrendiği günlerde işleri büyütüp bir işporta tezgahı bile kurdum. Zabıtalarla kanlı bıçaklı olduğum zamanlarda bile temiz iç çamaşırı götürmeyi ihmal etmedim.


17 yıl boyunca o hırkayı aradım.

Ben hırkayı bulamadıkça Resul de kendini bulamadı.

Resul’ün kamyon olduğu gibi ben de hırka oldum. Ama dünyaya bir pazar yeri gibi dalacak cesaretim hiç olmadı.

Kış da gelmedi bir türlü. Üstelik samimiyetsizdi tezgahlar. Hem bence Resul de sevmiyordu o hırkayı. 45 kişiyi öldürmek için başka mazeret bulamadı, hepsi bu.