Sessiz ve sakin bir akşamüstüydü. Deniz usulca kıyıya dalgalarını ulaştırıyordu. Güneş, gökyüzünde morumsu bulutlar yaratarak kenara çekiliyordu. Birbirlerinden nereye giderlerse gitsinler, ne yaparlarsa yapsınlar hiç kopmayan iki kuş, sahil kenarındaki bir kameriyede birbirlerine bir şeyler anlatıyordu.

Rüzgâr serin serin dolaşıyordu tenha sahilde. Hiç kimseye çarpmadan, özgürce ve dilediğince, aklına nasıl eserse öyle kıvrılıyordu ortalıkta. Kimi zaman durulup dalgaların insanın içini huzurla dolduran o başıbozukluklarını dinliyordu, kimi zaman hızlıca esip kendi aralarında konuşmaya dalmış iki kuşun muhabbetine dahil ediyordu kendini. Çok yorulmuştu. Sürekli esip gürlemekten, yer ve zaman fark etmeksizin dolaşmaktan, insanlardan ve sonsuzluktan çok yorulmuştu. Oysa o da isterdi şu köşedeki kuşlar gibi olmayı. Onlar gibi istediği bir yerde durup dinlenmeyi, bir eşinin olmasını ve onunla muhabbet etmeyi, birbirlerine hemdert olmayı ve en önemlisi sonsuz bir döngüde olmamayı.

Ancak o da çok iyi biliyordu ki böyle bir şey olamazdı. O bir rüzgârdı; sürekli ortalıkta dolaşmalıydı. Yazın sıcak sıcak esip insanları güneşin ışınlarıyla yakıp kavurmalı idi. Öyle ki insanlar onu yok sansınlar, onun varlığı için yalvarıp dil döksünler ve soğuk bir esintisi için olur olmadık hallere girsinler. Kışın ise varlığına sövgüler yağdırmalıydı insanlar ve var olan diğer tüm canlılar. Soğuktan tir tir titretmeliydi onları, fırtınalar koparmalıydı, çatıları uçurmalıydı. Hatta yeri gelince insanları bile uçurmalıydı. Ona dinlenmek yoktu. Her canlı dinlenebilirdi, başkalarına -özellikle eşlerine- dertlerini anlatabilirdi kendi dilinde. Ama o dur durak bilmeden, öyle tek başına, bir acıyı haykırırcasına dönüp durmalıydı sokaklarda. İnsanların arasından geçmeliydi; kentleri, ülkeleri, suları aşıp varlığını hissettirmeliydi. Herkes var olmaya başladığı andan varlığını sonlandıracağı ana kadar yaşamalıydı. Ne yazık ki onun varlığının bir sonu yoktu. Sürekli var olmalıydı işte, o kadar. Başı var mıydı, bilinmez.Nereden gelip nereye gittiği de bilinmez. Sadece kimsesizdi ve vardı, başka da bir şey değil.

Rüzgâr böyle kendi kendine derin düşüncelere dalmışken, dibinden yan yana yürüyen iki genç insanın geçtiğini fark etti. Ya da kendisi mi onların arasından geçmişti, bilinmez. Onların geçtiğini fark eder etmez duruldu, kıpırtı bile çıkarmadan onları incelemeye koyuldu. Bir kız ve erkekti yürüyenler. Kız, havanın bütün güzelliğini ve ihtişamını yansıtır gibiydi. Boyu erkeğe göre daha kısaydı. Üstünde, diz kapaklarına kadar gelen kırmızı çiçekli, beyaz bir elbise vardı. Teni, mevsimden dolayı bronzlaşmıştı, kavruktu. Yüzü, bir çocuğun masumluğunu aratmayacak şekilde ufacık ve şirindi. Kirpikleri tel tel, simsiyahtı. Öyle ki insanın, onun yüzünü saatlerce izleyesi geliyordu. Ensesine gelen kısacık, siyah ve kıvırcık saçlarıyla o kadar çok küçük bir kız çocuğu gibi ama bir o kadar da çekici bir kadın gibiydi ki bu iki özelliği birden nasıl yansıttığı bilinmez. Bilinen tek bir şey vardı, o da çok güzel olduğuydu.

Yanında, kolları neredeyse birbirine değecek olan erkek ise kızın güzelliğini aratmayacak kadar yakışıklıydı. Boyu servi gibiydi, gökyüzüne uzanan ağaçların dalları gibiydi. Bu yüzden kız onun yanında daha da ufalıyordu sanki. Gür siyah saçları ve bir çarşafı kıskandırırcasına bembeyaz teniyle, yanındaki kıza hayran bir şekilde, usulca yürüyordu. Sol tarafında atan kalbi, onun birazdan yapacağı şeyi durdurmak istercesine dört nala atıyordu. Çocuk farkındaydı. Yapacağı şeyi düşünüp durdukça nefesi kesilir gibi oluyor, onu yapmaktansa ölmeyi yeğliyordu. Yapmak zorundaydı. Daha fazla ne kendisini ne de yanındaki bu eşsiz güzellikteki kızı üzemezdi.

İkisinden de çıt çıkmıyordu. Ne olacağının bilincindeydiler ve belki de bu yüzden konuşmaktan çok susmanın daha fazla şey anlatacağını bildiklerinden, tek kelime bile etmiyorlardı. Yaz akşamının insanın içini sıcacık eden, huzurla dolduran varlığı, onlara işkence eder gibiydi. İkisinin de handiyse kalbi duracaktı. O kadar çok korkuyorlardı ki kara kış ortasında kalmış gibi bir titreme almıştı vücutlarını.

O an ikisinin de aklından geçen şey aynıydı: el ele tutuşmak ve durmadan yürümeye devam etmek. Ancak yine çok iyi bildikleri üzere, böyle bir şey olamazdı. Hayat onlara bu şansı bir kere vermişti, sonra da bunu çok görmüş gibi ellerinden almaya gelmişti.

Sahil boyunca biraz yürüdükten sonra, o iki kuşun muhabbet ettiği kameriyenin önüne geldiler. Kuşlar, onların varlığını fark edip cıvıldaşmayı kestiler ve onları dinlemeye koyuldular. Oysa ki onlardan çıt çıkmıyordu. Rüzgâr da suspus olmuş, onları seyre dalmıştı. Kuşlar ve rüzgâr, bir şeyler olacağının önsezisiyle heyecan içindeydi.

Orada ne kadar durdular bilinmez. Ne düşündüler de bilinmez. Karanlık iyice çöktükten ve ay gülümseyen bir papatya gibi gökyüzüne yükseldikten sonra rüzgâr, varlığını hissettirme amacı güttü. İnce ince esmeye başladı. Sanki estikçe bu iki gencin içini ferahlatacaktı ve onları birbirlerine yaklaştıracaktı. Ama böyle bir şey hiç olmadı.

Kızın kıvırcık saçları ve elbisesi, hafif esen rüzgâr ile birlikte havada salınmaya başladı. Tam o sırada genç çocuk, kıza doğru döndü, küçücük ellerini avuçlarına aldı ve usulca dudaklarına götürdü. Kızın ellerini kırmaktan korkarcasına tutuyordu, öyle nazik ve yumuşaktı. Varlığı ile yokluğu belli olmayan ama insanın içini titreten bir öpücük kondurdu kızın eline. O sırada kızda meydana gelen tek değişiklik, onun göz pınarlarından fışkırıp taşmak isteyen yaşlardı. Direndi, direndi, direndi. Ama inci gibi bir yaş, o çocuk yüzünden usulca kaydı, kirpiklerinden çenesine doğru bir yol tuttu kendine.

Çocuk, akan yaşı parmağının ucuyla, yine incitmekten korkarcasına sildi. Elini yavaşça çekti ve başka hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey söylemeden arkasını dönüp gitti. İçinde yarım kalmış bir sevdanın, bir yaşamın -belki de yaşayamamanın- acısı vardı. Kızın da sevdiği çocuktan farkı yoktu, içi paramparçaydı. Göğsündeki gül ezilmiş gibiydi, dikenleri kalbine battıkça kan damlatıyordu sanki.

Bu olanlara şaşıran kuşlar ve rüzgâr, nasıl davranacaklarını bilememenin verdiği tedirginlikle yerlerinde kıpırdanıp durdular. Ama yapacakları şey belliydi. Kız orada ağlamaya devam ederken kuşlar cıvıldaşıp uçacak, rüzgâr ise esip gürleyecekti. Yine döngünün içine girecek, yollarına devam edeceklerdi. Bu böyleydi ve böyle olmaya da devam edecekti.