Yüzünü doğan güneşe dön, yaktığı gözlerini söndürmek için çırpınan gözyaşlarını akıt. Akıt ki yıldızlardan senin için düşen o parça büyüyüp filizlensin ruhunda. Can suyunu kendi gözyaşlarından yap ki umudun hep sana bağlı kalsın. Umutsuzluk öyle bir savaştır. Ruhunda adeta zırhsız kalmış bir gülün fırtınadaki dikenlerinin işlevsizliğini hatırlatır ona. Zümrüd-ü Anka’nın geçtiği yerleri yakar, kül edercesine taşırır, harlar alevleri. Ve ulaştığın her yer yandığında geriye dönüşün simgesi olur oklar. Ve saplanır kalbine.

Bir boşluktan düşersin. Kocaman bir boşluktan. Düştüğün yer ıslaktır su doludur. Nefessiz yaşarsın, tamamen okyanusun altında. Bakarsın etrafına karanlıktır, göremezsin, bir ses duymaya çalışırsın, boğuktur anlayamazsın. Bir delik bulmaya çalıştığında karanlıkta, boşluğu ellerinle yokladığında fark edersin. Bir karındasın. Kendi rahminde. Önce şaşırırsın, sonra alışırsın. Alıştığını bile anlayamazsın. Anlamlandıramadığın şeyi yok sayarsın. Keser atarsın. Artık boğduğunda su seni, yüzmeyi bilmediğini hatırlarsın. Yüzeye çıkmak için çırpındığında dipteki o çukurun o kapalı kapının seni çektiğini hissedersin. Ve hatırlarsın, çünkü kapıların sihirli olduğuna inanırsın.

İşte.

Tekrar döndün dünyaya. Bu kez farklı bir tanrı olarak. Geçmişteki her şeyi hatırlayıp yarınını bir kez daha unutarak. Farklı bir güce misafirperverliğini göstererek. Karmaşanın ortasında olan değil, bu kez düğüm olan yeri kanatıcak, kesecek makas ve çözülmesin diye tüm evreni yakıcak ateş olarak. Ve ok saplanır kalbine tam çekilirken yerin altına, öldüğünü hissedersin, daha doğamadan bir avuç toprak olduğunu. Belki toprağından bir kadeh olur ve doldururum her gecemi sana. İçer içer sarhoş olur anlatırım ruhundan geçenleri bana. Konuşurum seninle, ve kendimi çözerim ay ışığında. O düğümü kesmeyip saklarım, makasla göğsümü deşer, kanımdan senin kadehine boşaltırım. Şarap diye koyarım, belki de son yediğim romantik akşam yemeğinde mumlarımı söndürmek için kullanıp kalanı da toprağa boşaltırım. Sonra saksı yaparım. Çiçek değil soğan ekerim. Bu kez güneş değil, soğan hatırlatır amacını gözyaşlarıma. Belki bir gün sessizce ağlayan bir kadının çorbasına karışır, belki o tabak olursun. Belki de yitip gitmiş bir hayatın ardından son umutlarını sızdıran testi olur mezarımı seninle sularım. Hepsi boş hepsi kifayetsiz. Sadece seninle anlam bulan kocaman bir boşluktan ibaret. Tut ellerimi ve çıkar boşluktan beni. Sarılayım boynuna ve asılayım ruhuna. Bu kez birlikte düşelim o boşluğa. Ve ok saplansın bir iğne misali uyuştursun aşkınla ve diksin kalbini kalbime acıtmadan, hissettirmeden. Fark etmeden bağlanalım gözlerimizle yıldızlara, gökyüzüne. Çekip çıkartanıysa boğalım o okyanusta dibe çeke çeke.

  Ey sevgili! Gel ve kapansın gözlerim. Açılsın sonsuza perdelerim. Ve düştüğünde ilk örtü yere. Seviş benimle zamanın ötesinde.  Belki sana benzesin diye zamanı doğurur ellerine veririm. Tekrar acıt ruhumu ama sev beni doyasıya diye kalbimi de öyle. Belki zaman alır intikamımı, belki anlamadından korktuğun ruhum. Belki su sürükler yangınımı göğe, belki güneş yağmur olur yağar yere. Tek hakikat biz oluruz elbet bir gün. Yetiştiririz zamanı belki de el ele. İşte o an bir ok misali hızlıca gözünün önünden geçen hayatın beni değil seni parçalar ve tüm evreni bayar o kan kokusu. Ve ben de kaldırırım kadehimi göklere ağlaya ağlaya. Eşlik ettiğin her ansa sarılır şişeme ağlarım. Söndüremediğin yangınımın küllerinden doğarsın belki bir gün. Ruhumu saklarsın korursun içimdeki parçalarına zarar gelmesin diye. Umut işte. Böylesine yakarken, öylesine bir çabayla dindirmeye çalışır içimdeki fırtınayı, birbirlerini harladıklarından habersiz. Dumanım bile kan kokuyor baksana. Sana sarıldığım ve birlikte yandığımız o son an misali.