Birkaç gün önce uyduruk bir mağazadan almış olduğu botlarını -ayağına su kaçırmış olduğunu düşünmemeye çalışarak- henüz erimeye başlamış olan kar kütlelerine bastırdı genç adam. Kaymamaya özen göstererek fakirhanesine doğru yol aldı. Evini kimilerinin kırık, kimilerinin ise boyalarının aktığı çitlerini gördüğünde tanımıştı. Aslında ev bile denilemezdi bu harabe yere. Dominic böyle düşünüyordu en azından.


Ayak parmaklarını hissetmeme derecesine geldiğinde adımlarını hızlandırmaya çalıştı. Evine yaklaştığında harabe yerin tahta kapısını hafif bir güç uygulayarak açtı. İçeri girdiğinde kışın ortasında ne aradığını anlamayarak koparttığı papatyayı üzeri aşınmış olan sehpaya bıraktı. Su kaçıran botlarını ve ıslanmış olan çoraplarını çıkartarak tahtadan yapılmış ve üzerinde birkaç yırtık minderin bulunduğu koltuğuna oturdu. Gözlerini evinin boyasız duvarlarında, içeriyi göstermeyecek kadar kirli pencerelerinde, papatyasını koyduğu aşınmış sehpada gezdirdiğinde evinden ne kadar nefret ettiğini bir kez daha kendi kendine mırıldandı.


Bu harabe yeri yaklaşık iki hafta önce bulmuştu. Parklarda, banklarda, sokak köşelerinde yatmaktan iyi olacağını düşündüğünü için de yerleşmişti hemen.


Ne harika... diye düşündü.


Kimi yerlerinin yırtık ve sökülmüş olduğu montunu çıkarttı üzerinden. Koltuğun başlığına astı montunu. Daha sonra ise çıplak ayaklarını taş zemine koydu. Ayağa kalkarak papatyasını koyduğu sehpadan aldı usulca. Kokusunu duymak için burnuna getirdi papatyayı. Hala kışın ortasında bu papatyayı nasıl bulduğunu anlamış değildi. Olsundu. Papatyaları severdi Dominic.


Ayağa kalktı ve küçük evinin mutfağına doğru yol aldı. Açıldığında mide bulandırıcı bir ses çıkaran dolabının içinden bir bardak çıkarttı. Hemen yanındaki sürahiden biraz su doldurdu bardağa. Papatyasını koydu içine. Eline bardağı alarak salona gitti ve bardağı tekrar sehpaya koydu.


Dışarıdan gelen soğuğu hissettiğinde biraz önce koltuğunun başlığına asmış olduğu montunu aldı ve üzerine giydi sıkıca. Elini yastık olarak kullanıp koltuğun minderine kafasını koydu. Şu an tek istediği uyumaktı. Kâbus göreceğini bilse de...


--


Koşuyordu Dominic. Bir şeyden kaçıyordu belki de. O da bilemiyordu. İçindeki o garip his ona sadece kaçması gerektiğini söylüyordu. Belki de onu kovalayan hiçbir şey yoktu. Ama bunu düşünemeyecek kadar korkmuştu genç adam. Bir ormandaydı. Her yer yeni açmış papatyalarla doluydu. Orman bu küçük çiçeklerle süslenmişti. Fakat ters giden bir şeyler vardı. Bu orman neden bu kadar güzeldi? Sanki bir ressamın elinden çıkmış kadar güzeldi hem de. Peki bu yemyeşil ormanda Dominic neyden kaçıyordu?


"Dominic..."


Hayır. Yine mi oluyordu? Yine mi gelmişlerdi? Daha da hızlandı. Bu kadar hızlı koşabildiğini bilmiyordu Dominic. Arkasına baktı, aynı anda koşarken. Tekrar önüne döndüğündeyse bu yemyeşil ormandan eser kalmamıştı. Saf karanlık. Bu karanlık neyin göstergesiydi? Ne geliyordu? Ne oluyordu?


"Kendine bak, Dominic..."

Zihninde bir fısıltı yükseldiğinde aynı zamanda beynini parçalıyorlarmış gibi bir hisse kapıldı Dominic. Bu baş ağrısı oldukça tanıdıktı. Gözlerini acıyla kapattı.


"Çık aklımdan..."


Ellerini başına götürdü.


"Gözlerini aç..."


"Hayır!" Çığlık attı Dominic. Artık buna dayanamıyordu. Bu lanet olası 'şey'e dayanamıyordu.


Ardından Dominic, istemsizce gözlerini açtı. Göz kapakları onu dinlememiş, zihnindeki şeyin sözünü dinlemişlerdi. Gözlerini açtığında ilk önce kendiyle karşılaştı. Sonra yine kendiyle. Bu da neydi? Her yerde Dominic vardı. Her yerde aynalar vardı. Fakat bir şeyler gerçekten ters gidiyordu. Dominic'in aynadaki yansımasında elleri neden kanlıydı? Korkarak kendi ellerine indirdi gözlerini. Aynı şekilde yansıması da. Elleri, o uğursuz sıvıyla boyanmıştı. Aldığı nefes yetmiyordu sanki. Kendini bir çıkmazda hissediyordu.


"Kendine bak..."

Dominic korkarak gözlerini aynaya çevirdi tekrar. Ve arkasındaki onlarca cesede. Her yer kan içindeydi. Sanki cesetlerden bir tepecik oluşmuş gibiydi. Papatyalar... Onlar her yerdeydi. Kan olan her yerde. Cesetlerin üstündelerdi. Bu neydi Tanrı aşkına! Dominic bir adım geriledi. Aynadaki yansımasıysa Dominic'e doğru bir adım ilerledi. Tekrar gerilediğinde Dominic, yansıması onu takip ediyordu. Dominic arkasına döndü ve cesetlere aldırmadan koşmaya baladı. Adımını attığı her yerde bir ceset beliriyordu. Dominic'in hayatlarına son verdiği bir ceset. Ama hayır! Dominic iyi bir adamdı. O, öldürmezdi. Pekâlâ, tamam. Hırsızlık yapmış olabilirdi. Ama o asla birini öldürmezdi!


"Kendine bak. Sen busun."

Dominic bu sesi sürekli zihninde duymaya tahammül edemiyordu.


"Ben bu değilim!"

Dominic hala koşuyordu fakat artık cesetler yoktu. Zihninde ki ses yoktu. Karşısında sadece aynalar vardı. Ve yansıması. Dominic kan olup olmadığına bakmak için gözlerini ellerine indirdi. Elleri yine kanlıydı. Ve elinde, bir... papatya vardı. Yaprakları yavaşça yere dökülen bir papatya. Dominic bu sefer gözlerini yere indirdi. Yine kendisiyle karşılaştı. Aynalar her yerdeydi!


Papatyanın yaprakları yavaş ve usulca yansımasına düşerken aynı zamanda ellerindeki kan da damla damla düşüyordu yansımasına. Uzaktan bir çığlık duydu Dominic. Kendi çığlığını.


"Hayır!"


--


Eteklerini eliyle avuçladığı mont neredeyse yırtılma derecesine geldiğinde uyanabilmişti. Bu kâbuslar uzun süredir devam ediyordu. Aslında bu eve taşındığından beri. Dominic annesi ve küçük kız kardeşi ile bir gecekonduda oturuyordu. Annesi oldukça yaşlıydı. Kız kardeşinin ise aklı bir karış havada denilebilirdi. Dominic bir fabrikada çalışıyordu. Fakat o zamanlar krizden dolayı Dominic'le beraber çoğu işçinin de işine son verilmişti. İşten çıkarıldığında kıt kanaat geçindirdiği eve artık hiç para getiremez olmuştu. Bu zamanlardaysa Dominic hırsızlık yapmaya başlamıştı. Aynı zamanda kız kardeşi evden kaçmış, annesi ise kanserden dolayı ölmüştü. Bu zamanlar Dominic için epey zordu. Annesinin ölümü ile iyice dibe batmıştı. Babasının yüzünden oluşan borçlarda eve haciz gelmesine sebep olmuş ve Dominic'in elinden her şeyi gitmişti. Artık hayatını kimsesiz bir adam olarak devam ettirmeye çalışıyordu.


Derin bir nefes aldı Dominic, kabusun etkisinden kurtulmak adına. Eli ensesine gitti yavaşça, eline gelen ıslaklık haddinden fazla terlediğinin bir kanıtıydı. Aklına gelen şeyle ise gözleri sehpanın üstünde duran papatyaya gitti. Rüyasındaki papatyaları hatırladı. Kanlı papatyaları. Başını sallayarak gözlerini papatyadan çekti. Ayağa kalktı ve banyoya ilerledi. Musluğu açtı ve ellerine su alarak yüzünü yavaşça yıkadı. Musluğu kapattı ardından. Gözleri aynadaki yansımasına çıkarken tekrar ceset görmekten korkuyordu Dominic. Ama yansıması ile göz göze geldiğinde gördüğü tek şey, solgun bir ten ve kızarmış gözler olmuştu. Nefesini tuttu Dominic. Sanki bir şey olmasını beklermiş gibi. Gözlerini kapattı yavaşça. Bekledi sadece. Ve... Hiçbir şey olmadı. Nefesini verdi Dominic. Birkaç derin nefes daha aldı ardından. Gözlerini açtığında yine aynadaki yansımasıyla karşılaştı. Ama hayır. Bu Dominic değildi. Bu karşısındaki yabancı Dominic değildi. Dominic gözlerinin beyazının dahi simsiyah olmadığından emindi çünkü. Birkaç adım geriledi. Tıpkı rüyasındaki gibi, aynadaki yansıması da Dominic'e doğru yaklaştı. Ardından o tanıdık ses kulaklarını doldurdu.


Zihnine fısıldayanlara engel olamadı. İçinde bir şeylerin koptuğunu hissetti. Dünyadan soyutlandı sanki. Sadece o ve zihnindeki 'şey' kaldı. Durduramıyordu bunu. Sanki içinde başka biri vardı. Yapmak istemediklerini yaptıracak biri. Ona hükmeden biri. Ellerini başına götürdü. Bağırmaya başladı.


"Çık aklımdan!.. Çık!"

Sanki bunu durdurabilecekmiş gibi, engel olabilecekmiş gibi.


"Öldür onu..."

Yine fısıldadı zihnine 'şey'. Dominic anında bağırmayı ve çırpınmayı kesti. Anlayamıyordu. Neydi bu lanet olası? Hiç ses yoktu. Zihnindeki şeyden başka.


"Öldür..."

Söylediklerine anlam veremiyordu zihnindekinin. Ne yapmasını istiyordu? Deliriyor muydu acaba? Yine duydu onu.


"Yapabilirsin Dominic. Öldür onu..."


--


Bir bıçak darbesi daha geldiğinde bedenin gırtlağına ağzı yavaşça açıldı önce. Sonra beden, ağır çekimdeymiş gibi yavaşça dizlerini yere bıraktı. Elleri kanın delice aktığı gırtlağına giderken bir bıçak darbesi daha aldı göğsüne. Kan bedenden delice akarken bedenin elleri tutmaz olmuştu. İki elini de iki yanına bıraktı acıya dayanamayarak. Sonra vücudundaki neredeyse bütün kan, soğuk zeminle buluşurken kan artık yavaşça akıyordu. Ardından akmamaya başladı ve... Beden kendini yere bıraktı. Öldü. Ardından birkaç papatyayla ödüllendirilirken cansız beden, kanlı zeminde Dominic'in gözünden düşen iri damlalarla buluşmuştu.


--


Her gün biraz daha solan papatyadan birkaç yaprak daha düşerken yere, ölüme birkaç adım daha yaklaşmıştı Dominic. Bunu bilmese de.


--


Çıkış yoktu, kurtuluş yoktu. Bir labirentin içinde ölümü bekliyordu usulca Dominic. Labirentin en ücra ve en karanlık yerindeydi. Burada sadece onların emri geçerdi. Öldür diyorlarsa eğer, öldürecektin. Sorgusuz sualsiz. Dediklerini yapmalıydın sadece. Başka şans yoktu. Öl diyorlarsa... Ölecektin. Ölmek kimilerine göre kurtuluş sayılabilirdi. Tabii Dominic için de. Dominic ölmeyi tercih etmişti. Ölümden birkaç adım uzakta olan birinden de bunu yapması beklenebilirdi zaten öyle değil mi?


Dominic'in cansız bedeni soğuk zeminle buluşurken ruhu bedeninden usulca yükselmişti genç adamın. Dominic Martinez ölmüştü.


--


Artık tamamen solmuş olan papatyadan kalan birkaç yaprak daha dökülürken Dominic'in ruhundan arınmış cansız bedenine, bir fısıltı yükseldi karanlığın içinden:


"İyi uykular Dominic."


--


Aslında... Her zaman bir şeyi atlıyorduk. Gerçek tüm berraklığıyla önümüzdeydi. Ama bunu görmeyi reddediyorduk. Dominic'in aslında zihninde hiçbir şey yoktu. O öyle olduğunu düşünüyordu sadece. Zihinindeki 'şey' başından beri Dominic'ti. Ailesinin yavaşça çöküşü, bir yandan da Dominic'in farkında olmadığı bir travma yaşamasına sebep olmuştu. Annesinin ölümü, kardeşinin kaçışı, babası... Tüm bunlar onu ruhsal bir çöküşe götürmüştü. Kâbusları ise bunu tamamlıyordu. Dominic'in içinde biriken çaresizlik kendi zihninde bir varlık oluşturmuştu. Zihnindeki 'şey' Dominic'e seslendiğinde aslında Dominic kendisiyle konuşuyordu. Hep öyle olmuştu. O ise buna 'şey' diyordu. Öyle olduğunu düşünüyordu çünkü. İçinde yarattığı varlığın kendisini yönetmesine izin veriyordu. İçinde yaşadığı acısını insanların hayatlarına son vererek azaltabileceğini düşünüyordu. Fakat unuttuğu bir şey vardı. Kendini gerçek hayattan o kadar soyutlamıştı ki duygularının hakimiyetini kaybetmişti. Artık üzülemiyor ya da sevinemiyordu. Zaten sevinmesine neden olabilecek hiçbir şey yoktu hayatında. İşte bu yüzden Dominic bu sefil hayattan kurtulmak için kendine bir bahane yaratmıştı. O bahaneyse kendi içinde biriken çaresizliğiydi...


Aslında Dominic kendi sonunu kendi hazırlamıştı.