bazen hayata o kadar uzak bir noktadan bakıyorum ki, yaşayıp yaşamadığımdan emin olamıyorum. insanların yaşadığı şey hayatsa, benim yaşadığım ne? hiçbir soruya cevap arayacak gücüm kalmadı. sadece geçiyorum işte bu dünyadan, yaşama telaşı içinde. sonra bazen bazı hayatlara bakıyorum da her şey ne kadar kusursuzmuş gibi görünüyor. dönüp kendi hayatıma bakmak işkenceden farksız hale geliyor benim için. kendimi kimseyle kıyaslamıyorum. ya da en çok ben mutlu olmalıyım hırsı da değil bu. sadece, bir şeylerin eksikliğini hissediyorum hayatımda. beni tam olarak hayata dahil olmaktan alıkoyan bir eksiklik. bütün bu hislerin geçici olduğunu, hayatın güzel bir sürü yanı olduğunu biliyorum. ama bazen ılık bir yaz gecesinde arkadaşlarınla otururken, hayatın ne kadar zor olduğu gerçeği gelip omuzlarına biniyor. hiçbir şey yapmasan bile, esen bir rüzgar sana hüzün veriyor. sonra ne yaparsan yap ne o yükten ne o hüzünden kurtulabiliyorsun. belki daha güzel olsaydım diye düşünüyorum sonra. ya da daha çok param olsaydı? daha sevgi dolu bir ailede büyüseydim? hayat hala benim için bu kadar zor olur muydu?


küçük bir çocukken, yani yaklaşık on yaşlarımdayken, anneannemi ve dedemi 2 sene arayla kaybetmiştim. o yaz evimizin balkonuna bir salıncak kurmuştu babam ve ben bıkmadan, her gece o salıncağa oturur yıldızlara bakardım. sonra fark ettim ki gökyüzünde birbirine çok yakın duran iki yıldız vardı ve baktığım her gün görebiliyordum onları. o yıldızları anneannem ve dedem olarak düşündüm uzun bir süre. küçükken ne zaman üzülsem balkona kaçar, o yıldızlara bakarak içimden dert anlatırdım anneannem ve dedeme. sonra büyüdüm ve hayatıma beni gerçekten dinleyen ve seven bir sürü insan girdi. ve ben bir daha o iki yıldıza hiç derdimi anlatmadım. geçen gece arkadaşlarımla çimenlerde uzanırken yine birbirine çok yakın o iki yıldızı gördüm. ve aklıma geçmiş geldi. ölümü böylesine dönüştürebilen biri, artık ölümden çok korkuyor. bu fark beni bir süre kendime getiremedi ve değişen ne diye çok düşündüm ama cevap zaten baştan belliydi. değişen bendim, hayattı, dünyaydı ve içindeki insanlardı. değişmeyen tek şey o iki yıldızın yakınlığıydı. hayatın bize ne yapacağını, başımıza neler geleceğini bilemiyoruz elbette. belki o iki yıldızla konuşup derdini anlatan kıza şimdiki halimi göstersem asla inanmaz. ya da on sene sonraki halim şimdi karşıma çıksa neler olurdu? bunların hiçbirini bilemeyeceğim ama yine de insan sorgulamaktan vazgeçemiyor.


hayatın herkesi taşıyan bir dere olduğunu düşünmeye başladım ne zamandır. biri bizi dereye bırakıyor, yüzme bilmeden, ne olduğunu anlamamıza fırsat vermeden. sana düşen tek görev sürüklenmek. bazen güzel manzaralar çıkıyor karşına, bazense ürkütücü bir karanlık. ama yol boyunca hepimiz aynı soruyu soruyoruz, "bu derenin bir sonu var mı?"

hayat hepimizi değiştirip dönüştürüyor. ama iyi ama kötü bir şeye. elimizden sadece kabullenmek ve çabalamak geliyor. bir de ikisi arasındaki dengeyi bulmak. ne o derede kendimizi boğmak, ne de sonu geleceğini bile bile kendimizi kandırmak. hayat da böyle bir şey işte. yaşam ve ölümün, iyinin ve kötünün, varlığın ve yokluğun dengesini bulmaya çalışmak. yani, kantarın topuzunu kaçırmadan yaşamak.