Bugün gökyüzü turuncu, ben kapkara… Dağ beyaz, taş beyaz; gördüğüm yerler kadar göremediğim yerler de beyaz. Parmak uçlarımdan biraz daha güç alabilseydim belki evlerin arkasındaki beyazlıkları da görürdüm. Ayaklarımda derman kalmayınca “huh” diye inleyerek çöküyorum dizlerimin üstüne. Alnımdaki ter yığınını silmek için gömleğimde temiz bir yer arıyorum. Bulamıyorum. Hiç sesimi çıkarmadan kamyondaki çuvallara çeviriyorum gözlerimi. Daha sonra arkadaşıma bakıyorum. Milyonluk bir makinenin sessizce işleyişi gibi çalışmasını izliyorum. Çuvallara arkasını dönüyor, dizlerinin üstüne doğru eğiliyor. Kamyondan aldığı çuvalları sırtına yerleştiriyor. Sırtının üstündeki çuvalı iki ucundan yakalıyor. Halter kaldıracakmış gibi bekliyor birkaç saniye. Çuvalın tamamen yerleştiğinden emin olunca harekete geçiyor. Bir önceki yerleştirdiği çuvalların üstüne basa basa gidip sırtındakini uygun bir yere bırakıyor ve aynı işlemi en baştan defalarca tekrarlıyor. Dinlenme süresini biraz uzun tutmuş olmalıyım ki arkadaşım çuvalın altında ezilen sesiyle:

“Bu kadar çok çalışma, yorulursun!” diye gülerek ve biraz da sitem ederek konuştu. Sadece güldüm. Kalktım. Bıraktığım yerden sırtımı döndüm çuvallara. Bir süre sessizce gittik, geldik. Gittik, geldik. Bu sefer sessizliği ben bozmak istedim. Bu arada da kar gittikçe hızlanıyor, kamyonun şoförü de bizi sıkıştırıyordu. Yola gidecekmiş de bir an önce boşaltmalıymışız yükü. Şoförün sesinin kendi sesime karışmasına aldırmayarak konuşuyorum:

“Ne yaptın, yarınki sınava çalışabildin mi?”

“Daha çalışmadım da inşallah buradan gidince çalışacağım.”

“Valla bu yorgunluğun üzerine anca güzelce yatılır!”

“Öyle de işte yarınki sınav önemli. Daha lisenin başındayız, ipin ucunu sıkı tutmak lazım ama işte hiç bilemiyorum ne yapacağımı.”

           Sınav önemli deyince söyleyecek bir şey bulamadım. Kafamı salladım, düşüncelerimin yükünden ağırlaşan gözlerimi güç bela açabildim. Yarın okul vardı. Şimdi burada, kamyonun tepesinde çuvallarla boğuşuyorduk. Belki şu an evde oturup dersimizi çalışmalıydık. Sobanın yanına uzanmış, dinleniyor da olabilirdik. Ama buradayız. Çünkü yarın okula gidebilmemiz için bugün bu kamyonun üstümüzden geçmesi gerekiyor. Geçsin ki biz de ihtiyaçlarımızı giderelim. Cebimiz harçlıksız kalmasın, okul ayakkabımız eskimesin, birkaç çeşit gömleğimiz olabilsin ya da üşütmeyecek kalınca bir montumuz… Başkasının kullanmaktan sıkılıp da verdiği değil de bizim beğenerek aldığımız bir montumuz olsun. Yarın sabah okula giderken ayakkabımızın bir kenarı yıpranmış olmasın. Kar suyu kaçmasın ayaklarımıza. Kışı evde değil de burada karşılayalım. Evin ihtiyaçlarını güç bela görebilen babamızın eline bakmayalım. Yokluktan karşımızda ezilip büzülmesini boynumuz bükük izlemeyelim. Şimdiden hayatın en acı yanıyla tanışalım ki yarın bir gün refaha erersek bunun kıymetini bilelim. Evet, yarın okul vardı. Sınav da vardı hatta. Ama biz bugün buradayız.

Bu sefer de bu düşünce süresini uzatmış olmalıyım ki biraz önceki ses, tehditkâr bir şekilde yankılandı:

“Yahu gençler! Acele edin diyorum ha! Duymuyor musunuz?”

           İkimiz de aynı anda baktık şoföre doğru. Sonra birbirimize döndük. Cevap vermeden belli belirsiz bir hareketle başımızı oynattık. O dakikadan sonra da hiç konuşmadan hızlıca işimize koyulduk. Defalarca gittik, geldik. Nefes almak için bile durmadık. Zihnimizi düşüncelerle meşgul etmedik. Sadece işimize odaklandık. Yaklaşık bir saat sonra bütün yükü boşaltmıştık, şoför de arabasının içini temizleyip kapaklarını kapattı. Deponun yan tarafına geçtik. Biraz önceki gibi hiç konuşmuyorduk. Yorgunluktan ağzımızı oynatacak gücümüz kalmamıştı. Arkadaşım, yıpranmaktan yeryüzünde olmayan yepyeni bir renge bürünmüş montunu alıp hiç sesini çıkarmadan çuvalın üzerine çöktü. Ben, arkadaşımınkine göre nispeten daha bilinen renkteki montumu aldım. Üzerime geçirdim hemen çünkü soğuk bir rüzgâr hafiften sırtımı yokluyordu. Ben giyinince o da kalktı. Ofise doğru yürümeye başladık. Patron, saatin ilerlemesine rağmen ofisinde oturuyordu. Bizi görünce hemen yerinden kalktı. Sanki yanına girmemizi istemiyor gibiydi. Onu öyle görünce arkadaşımın kolundan tuttum, olduğumuz yerde kaldık. Ofis sıcak olmalıydı. Üzerindeki tişörte aldırmadan kendini dışarı atmasından belliydi. Birkaç adım sonra kollarını göğsünde birleştirip “amma da soğukmuş ha” diyerek ovuşturmaya başladı. Karşımızda durdu, kafasını kaldırdı. Gözlüğünün altından bakıyordu bize. Sıcaktan mayışmış sesiyle konuşmaya başladı:

“Önce bir elinizi yüzünüzü yıkasaydınız, kaçmıyoruz ya paranızı veririz!”

           Böyle deyince birbirimize baktık. Arkadaşım öne atılacak gibi oldu, yine tuttum kolundan. Gülerek konuşmaya başladım:

“Yok ağabey estağfurullah kaçıyorsun diye değil, biz de yıkamaya gidiyorduk zaten.”

           Biraz önceki sesin yerini, şimdi tam bir patron sesi almıştı. Kalın sesiyle, sözcükleri üzerimize tükürür gibi konuşmaya devam etti:

“Nereye yıkamaya gidiyorsunuz oğlum, sizin çeşme deponun arkasında bilmiyor musunuz? Burada yıkayamazsınız!”

           Arkadaki musluk, soğuktan donmuş olabilirdi. Çünkü her kış böyle olurdu. O yüzden hiç bakmamıştık bile. Elbette o da bunun farkındaydı ama bize karşı böyle konuşuyordu işte. Ne cevap verebilirdik ki ona?

“Biz dışarıda yıkarız ağabey, sorun değil!”

           Şimdi ben de kendimi zor tutuyordum. Kafamı eğdim, sustum. O da daha konuşmadı zaten. Parayı uzattı, yüzüne dahi bakmadan aldık. Elimizi cebimizden çıkarmadan yürümeye başladık. Paranın sıcaklığından faydalanmak istiyorduk biraz.

           Artık kar kalın kalın yağıyordu. Kapkara olmuş elimize, yüzümüze bembeyaz birer umut ışığı gibi düşüyor ama hemen sönüyordu. Arkadaşımla hiç konuşmadan yürüyorduk. Yollar el değmemiş, yeni atılmış bir beton gibi pürüzsüzdü. Sanki bizi üzerine basmaya çağırıyordu. Ara ara birbirimize bakıp gülüyorduk. Birbirimize bakıp düşünüyorduk ve birbirimize bakıp gecenin beyazlığında iki kapkara leke, kesilip atılması gereken zararlı bir tümör gibi yürüyorduk. Kar daha da şiddetlenmişti, üzerimizdekiler bizi çok fazla idare etmeyebilirdi. O yüzden biraz hızlandık. Arkadaşım bir anlığına bana baktı. Yüzünü kardan pek seçemiyordum ama gülüyordu sanki:

“Bembeyaz kar, bembeyaz gökyüzü, bembeyaz umutlar, bembeyaz gelecek!” dedi. Pek anlam veremedim ama bozuntuya da vermedim. Sustu, sustum. Yüz-yüz elli metre sonra tekrardan baktı bana. Bu sefer gülmediğini net bir şekilde görebiliyordum:

“Ama” dedi, sustu. Yüzüne dokundu, eline bakıp kafasını yukarı kaldırdı ve devam etti: “Kar bazen siyah yağar!”

 


Aralık 2020 / Taşlıçay


Not: Yayımlanan ilk öykü kitabıma adını veren öykümdür.