İçimde böylesine tarifsiz bir burkuntu hissettiğim bu günü ömrümün sonuna kadar miladım olarak hatırlayacaktım. Hayatımda yepyeni bir dönem başlıyordu. Yeni bir yol uzanıyordu önümde. Peki bu yolda neler bekliyordu beni? Hangi engeller? Bundan böyle mutlu mu olacaktım, yoksa kaderim yeni ülkemde de izimi sürmeye devam mı edecekti? Hiç bilmiyordum. Hayatımın ne yönde değişeceğini bilmeden koyuluyordum o yola.

Yeni bir sayfa açıyormuşum gibi düşünmeye çalıştım. Önümde boş, tertemiz bir sayfa vardı ve kalem bundan böyle benim elimdeydi. Bu şekilde düşünerek sıkıntımı gidermeyi amaçladım. Bu defa kâğıdı kirletip mahvetmeden yazmayı becerebilecek miydim peki? Şimdiye kadar yaşananları yok sayıp normal insanlar gibi yaşayabilecek miydim? Yoksa kader kalemimi elimden alıp kaldığı yerden acı haritası çizmeye devam mı edecekti?

Tüm kıyafetlerimi ve birkaç kitabımı valizime doldurduktan sonra Kar Küremi elime aldım. Korkumu geçirecek çare ondaymış gibi medet umdum ve sarıldım. Kurtarıcımdı, uğurumdu o benim. Bu evden her kaçmak istediğimde mutlaka imdadıma koşardı. Beni alıp mutluluğu iliklerime kadar hissettiğim bambaşka dünyalara götürürdü. O ve kitaplarım olmasaydı nasıl dayanırdım ki o kadar korkuya ve üzüntüye?

Küremi özenle valizime yerleştirdim. Telefonumu, şarj aletimi ve kulaklıklarımı da aldım. Yanıma alamadığım kitapları saymazsak evi eşyalarımdan tamemen arındırmıştım. Gitmeye hazırdım artık.

Bugün bu evden son kez çıkacaktım. Bunun geri dönüşü olmayacak ve kapı benim için bir daha açılmayacaktı. Ama buradan öylesine nefret ediyordum ki, imkanım olsa bile geri dönmeyecektim.

Tüm odaları birer birer dolaştım. Evin üst katına çıkan mozaik taş merdivenlere, girişte hem antre, hem de oturma odası olan kısımdaki yıpranmış eski kanepeye, perdelerden sızan gün ışığının bu eve has sarı yansımasına, kireçli duvarlara, bantla yapıştırılmış çatlak pencereye veda ettim.

Ne garip bir şeymiş insanın evini son kez görmesi. Yıllarım bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiyordu. Her odada bir başka anım canlanıyordu. Çoğu içimi fena eden kötü şeylerdi. O günleri hatırlamak istemediğim için fazla oyalanmadım. Gerçi şimdiki günlerim de fazlasıyla ağırdı, ancak mazimden gelen yaralar da eklendiğinde acım ikiye katlanıp dayanılmaz hâle geliyordu.

İnsan doğup büyüdüğü yerden kolay kopamıyor. Özleyeceğimden değil, sebebini bilmediğim bir burukluktan dolayı zorlanıyordum buradan ayrılırken.

Vedalaşınca ayrılık daha çok yaralıyormuş. Eskiden birinden veya bir şeyden ayrılırken vedalaşırsam daha az üzülür, onu daha az özlerim diye düşünürdüm. Öyle değilmiş işte. Vedalaşmak yaraya tuz basmaktan daha fazlası değilmiş. Bir anlık acıyı dakikalar, saatler, belki de günler sürecek kadar uzatmakmış. Ayrıldığın şeyle veya kişiyle kurduğun bağı dikkatlice acıtmadan ayırmak yerine parçayarak koparmakmış. Vedalaşmak mazoşizmin ta kendisiymiş meğer. Böyle olduğunu bilmeme rağmen kısa kesmek yerine bu acıyı kasıtlı olarak uzatıyordum. Sonuçta her insanın içinde bir mazoşist yattığı su götürmez bir gerçek.

Her ne kadar kötü anılarla dolu olsa da burası evim, bu ülke de ana vatanımdı. Burada doğdum ve büyüdüm. Üstelik annemi yapayalnız bırakıp nasıl gidebilirdim ki? Benden başka kimsesi kalmamıştı. Ne yapacaktı tek başına? Hem o da benimle gelebilseydi belki o kadar korkmazdım. Koruyup kollardı beni. Şefkatiyle endişemi söküp alırdı. Kendimi güvende hissederdim.

Babam kapıdan bana seslendi. Acele etmem gerekiyormuş. Aksi takdirde otobüsü kaçıracakmışım.

Valizimi sürükleyerek yürüdüm. Dış kapıya varana kadar bahçeyi gözlerimle uçtan uca süzdüm. Babaannemin dikip özenle büyüttüğü çiçekler hoş kokuları ve güzel görünümleriyle etrafımı donatıyordu. Yine de istemiyordum onları. Güzellik yanıltıcıydı. O çiçekler ne kadar büyüleyici görünse ve koksa da bana bugünü ve önceki zamanları hatırlatacaktı. Onlarla bu evde tanışmış olmasaydım severdim belki. Aslında ne de güzellerdi.

Hiç iyi günüm olmadı ki şimdiye kadar. Hatırlanmaya değer hiçbir mutlu anım yoktu. Bir tek annem vardı beni ayakta tutan, bir de Kar Küresi. Ama artık annem yoktu. Bundan böyle belki de hiç olmayacaktı.

Dış kapıdan çıktım. Babam valizimi alıp arabanın bagajına yerleştirdi. Acele ediyor ve benden de öyle yapmamı bekliyordu.

"Hadi vedalaşın da gidelim artık."

Abimle ikimize söylüyordu bunu. Hiç abim olmayan abime ve bana. Nasıl vedalaşacaktım? Ona karşı hissettiğim müthiş tiksintiye rağmen sarılacak, öpecek miydim? Onu bir daha göremeyeceğim için üzülecek miydim?

Asla! Ona karşı yumuşamamaya kararlıydım. Anneme ihanet etmiş, benimse çocukluğum başta olmak üzere tüm hayatımı mahvedip her şeyimi elimden almıştı.

Sarılmayacaktım. Babam yanımda olmasaydı ona yapacağım yegâne şey suratına tükürmek olurdu. Ancak hiç beklemediğim anda o bana sarıldı. Kollarını belime dolayıp var gücüyle sıktı. Nefessiz kaldım. Beni boğmak ister gibi sıkıyordu. Ben de istemediğim hâlde ona sarılmak mecburiyetinde kaldım.

O an onun yerine yırtıcı bir hayvanın pençelerine kapılıp paramparça yem olmayı yeğlerdim. Hiç değilse saniyeler içinde olup biterdi her şey. Fakat abimin sarılışı bana bir ömür kadar uzun geliyordu. Uzun ve can yakıcı. Ne öldürüyor, ne de onduruyordu.

Kocaman bir kirpiye sarılıyor gibi hissediyordum. Bana temas eden her yeri ruhuma ve bedenime sivri dikenler gibi batıyor, kanatıyordu. Dışarıdan görünmese de kanlar içindeydim. Çok acıyordu canım, onun kollarında olmak dayanılmaz bir ıstıraptı.

Yüzündeki üzüntü ifadesi bile öyle yapmacık ve göstermelikti ki, uzaktan bakan biri bile anlardı gidişimin onun zerre kadar umurunda olmadığını. Babama yaranmak için sahte sevgi gösterisi yapıyordu. Hayatındaki tüm fesatlıkları onun gözünden düşmemek için yaptı. Başardı da. Bu kadar kötü olmasına rağmen herkes tarafından sevilmeyi başardı.

Bana yıllarca, hatta asırlarca sürmüş gibi gelen eziyet sarılması sonunda bitti. "Hadi gidelim" dedi babam. Arabaya bindik. Yolum uzundu daha. Aracı hemen çalıştırıp yola koyulduk.

Köy kahvehanesinin önünden geçerken camdan birkaç insan gördüm. Havalar iyi oldukça o kahvehanenin önündeki masalarda mutlaka birileri otururdu.

Yüzlerindeki ifadelerden ne düşündüklerini tam olarak çözemiyordum. Şaşkınlığa benziyordu bakışları, biraz da nefrete. Belli ki bir kısmı köyü terk edişimi yadırgıyordu. Diğerleri de içlerinden "sonunda köyümüzden def olup gidiyorlar" der gibi bakıyordu. Suçluyorlardı bizi. İstemiyorlardı burada artık. Gitmemizi dört gözle bekliyorlardı. Biliyordum. Emindim. Tası tarağı toplayıp gidiyordum işte. Ama yalnızca ben gidiyordum. Türkiye'ye varana kadar yapayalnız. Böyle zor bir günde kendimle baş başa olma fikri tüylerimi ürpertiyordu.

Neyse ki köyden kısa sürede uzaklaştık. Onların delici bakışlarından kaçmış olduk. Geride kaldılar. Üzerine kilit vurulmuş bir sandığın içine tıkılmış gibi öylece kaldılar işte orada. Unutacaktım onları. Köydeki hiçkimseyi, hiçbir şeyi hatırlamayacaktım. O sandığın içinde çürüyüp gideceklerdi. Hafızamdan tamamen silinip kaybolacaklardı.

Açıkçası bu konuda güvenemiyordum kendime. İnsan güzel zamanlarını pek kolay unutuyor ama acılar, korkular ve utançlar çıkmaz mürekkeple işaretlenmiş gibi kalıyor aklında. Ben de işaretlenenlerdendim işte.

Çok sevdiğim kırsal alanların yanından geçiyorduk. Tarlaların, ayçiçeklerinin, lavanta sıralarının ve ağaçların bulunduğu bu arazileri çok seviyordum. Eskiden işimiz düştüğünde şehre inerken hep buralardan geçerdik. Camı açardım bazen. O zaman tertemiz hava ve lavantaların bahşettiği güzel koku arabanın içine doluyordu.

Özellikle ağaçları çok seviyordum. Onları her gördüğümde Reşat Nuri Güntekin'in Yaprak Dökümü eseri gelirdi aklıma. Her seferinde "Acaba biz de bir gün dökülecek miyiz?" diye düşünüp sorardım kendime. Düşünmez, sormaz olsaydım. Uğursuzdum işte. Ne yapıp edip kötülükleri bir şekilde ailemize çekmeyi başarıyordum. Cebrail haklıydı her seferinde. Benim uğursuzluğu her çağırışımda.

Çağırıyordum adeta. Aklımdan kötü bir şey geçirmem bile gerçekleşmesi için yeterliydi. Tövbe etmeliydim. Her kötü düşüncem için ayrı ayrı dua edip uğursuzlukları kovmalıydım. Ama yapmadım işte. İhmalkârlığım beklediğimden daha büyük felaketlere mâl oldu.

Son defa geçiyordum o ağaçların yanından. Ama sormadım bu kez o malum soruyu. Artık cevabı biliyordum çünkü.

Ağaçların en büyüğüne takıldı gözüm. Nasıl da heybetli görünüyordu. Üzerindeki yeşillik olağanüstü bir canlılıktaydı. Hiç yaprak dökmeyecek gibiydi. Sonbahar ona hiç uğramayacak, çok yakında çırılçıplak kalmayacakmış gibi.

"Döküldük işte" diye mırıldandım kendi kendime.

"Bir şey mi dedin?" diye sordu babam ona söylediğimi zannederek.

"Yok bir şey babacığım" deyip konuyu savuşturdum. Sorusunun asıl cevabı bende saklı kalacaktı:

Yıllardır hep sordum kendime baba. Biz neden başka aileler gibi değiliz, niye hep mutsuzuz diye düşündüm durdum. "Onlardan farkımız ne?" diye sordum kendi kendime. Şimdi buldum cevabını. Biz de o ağaçların yaprakları gibiymişiz meğer. Onlar kadar zayıf ve savunmasız. Yaprak Dökümünden kaçamadık işte.

Hiçbir zaman sıkı sıkıya kenetlenmedik ki birbirimize. Başkaları gibi sıcacık bir yuvamız olmadı, olamadı. Hep korktum ben evimizde, senden yıllarca çok korktum babacığım.


***


Yaklaşık bir saat sürdü yolculuğumuz. Arabamız külüstürün tekiydi, fakat yine de sapasağlamdı. Bir kez olsun bizi uzun mesafelerde yolda bırakmamıştır.

Otogara vardık. Babam bagajı açtı. Uzanıp valizimi kendim aldım. O an çok garip bir duygunun içimi yalayıp geçtiğini hissettim. Valizi onun uzatmasını beklemek yerine tek başıma indirmem bir başkaldırış, bir isyandı.

Bazen olur ya, genelde dizilerde görmüşümdür bunu, iki kişi kavga eder, biri kapıyı vurup çıkarken diğeri arkasından "sana ihtiyacım yok, istemiyorum seni" gibisinden bir şeyler söyleyip güçlü görünmeye çalışır. Halbuki o esnada en çok ona muhtaçtır, ama gururundan öyle söylüyordur.

Benimki de öyle bir duyguydu işte. Babama "senin yardımına ve sevgine ihtiyacım yok. Sen beni kovmadın. Ben seni terk ediyorum" demiş oldum bir nevi. Güçlüymüşüm gibi davrandım. Gurur yapıp değersizlik hissimin üstünü örtmeye çalıştım. Ama içimde kopup oradan oraya savrulan parçaların acısının gözlerimden yaş olarak taşmasına zor mani oluyordum.

Parmağıyla beni Türkiye'ye götürecek olan otobüsü işaret etti. Üzerinde kocaman yeşil harflerle Nişikli yazıyordu. Nişikli'ye doğru yürüdük.

Bagajlar alınmaya başlanmıştı. Tam valizimi teslim edeceğim sırada Küremin içinde olduğunu hatırladım. Kar Küremi çabucak çıkarıp aldım. Sonra da valizimi muavine uzattım.

Vedalaşmak için babama döndüm. Sarılacaktım, ama yapamıyordum. Bir şey beni tutuyordu. Yüreğimdeki ince sızı engel oluyordu belki de. Elimde Küre, boğazımda yumru, gözümde yaşla karşısında öylece duruyordum.

Gözlerimin dolduğunu görmesin diye başımı yere eğdim. Onun tek bir kötü sözüyle tuzla buz olacak kadar güçsüz hissediyordum.

Tek isteğim bana bir kez olsun sarılmasıydı. İlk ve son kez bile olsa beni çocuğu olarak kabul edip bağrına basmasıydı. Güzel söz söylemesine gerek yoktu. Gidiyorum diye üzülmesi bile yeterliydi. Ama onda bunların hiçbirini göremiyordum. Oysa bir şefkat zerresi bile içimdeki ukdelerin çoğunu alıp götürebilirdi.

Kollarımdan tuttu beni. Biraz da sıktı. Gerildim. Titremeye başladım.

"Bak gözlerime" dedi buyurgan bir sesle.

Bakamadım. Bakarsam parçalanacaktım.

"Gözlerime bak" diye yineledi tonunu yükselterek.

Başımı zorla yerden kaldırıp baktım. Bakışlarında üzüntüye dair ufacık bir emare bile yoktu. Demek o kadar nefret ediyordu benden. O kadar çok istiyordu gitmemi.

"Eğer Türkiye'ye alışamazsan, yapamazsan sakın buraya geri gelme. Burada bir evin ve ailen olduğunu unut. Bizim zamanımız doldu. Aile maile kalmadı ortada. Nereye gidersen git, ama sakın buraya dönme. Sen kendini kurtar, biz de başımızın çaresine bakalım."

"Ama..."

Cümlemi tamamlayamadım. Tamamlasam ne olacaktı ki zaten. Herkes kararını vermişti. Ben onlar için çoktan terk etmiştim bu ülkeyi. Onun da dediği gibi: zamanım dolmuştu.

"Aması falan yok. Burada kalıp da ne yapacaksın? Köylülerin ağzına sakız olduk. Ananın adı çıktı bir kere. Bizi rahat bırakmazlar. Hem sen de istemedin mi buradan gitmeyi? Seninle kaç kez kavga etmedik mi? Evden kaçıp kurtulmak istemedin mi? Al işte. Sana bu şansı veriyorum. Git, kendi hayatını kur."

Ergenliğimin şiddetli dönemlerinde söylemiştim bu lafları. Kaçıp gitme konusu bitmek bilmeyen kavgalarımızın eksik olmayan öğesiydi. Bunu çok istediğim doğru. Ama gidebilmek için illa ki annemi kaybetmem mi gerekiyordu?

"Özür dilerim." diyebildim sadece ağlamaklı sesle. O zaman kollarımı bıraktı. Vedalaşmamız bitti. Bu kadarcıktı. Kuru bir veda.

"Git hadi. Otobüs birazdan kalkar."

Sarılmayacaktı. Başımı bile okşamayacaktı. Sevgiyle dokunmayacaktı bana bir kez olsun.

O zaman umudumu kestim işte. Ondan hiçbir zaman sevgi görmeyeceğimi kabullenmem gerektiğini anladım. Ama kalbim bir kez daha parçalanarak yerinden söküldü. Bir daha hiç iflah olmayacak biçimde hasar aldım.

Kös kös yürüyüp otobüse bindim. Nereye oturacağıma karar veremeyip kısa bir süre etrafa bakındım. Sonra da otobüsün sol tarafındaki koltuklardan birine yerleşip camdan dışarı baktım.

Babamı gördüm bakınca. Arkasını dönmüş arabaya doğru yürüyordu. Otobüsün kalkmasını dahi beklemedi. Ona camdan el bile sallayamadım. Belki bu benim gibi yetişkin adayı bir erkek için fazla çocukçaydı, ama büyüyememiştim işte. Bedenim kocaman olsa da kalbim hâlâ çocuk kalbiydi. Toz pembe değildi ama. Kırık dökük bir şeydi. Yüzlerce, binlerce parçaya ayrılmış bir kalpti.

Gözlerimden birer damla yaş akıverdi. Deminden beri tutmuştum kendimi, ancak göğsümdeki baskı artınca gücümü yitirdim. Bana su uzatan muavinle göz göze gelince yüzümü gözümü silip kendimi toparladım. Zaten ağlamanın artık kimseye bir faydası olmayacaktı. Gözyaşlarımı içime akıtıp suyu içtim.

Kar Küresini karnıma iyice bastırdım. Kendimi her kötü hissettiğimde ona böyle var gücümle sarılıyordum. Bazen o kadar sert yükleniyordum ki, kırarım diye korkuyordum.

Küreyi ellerimle tutup salladım. Uçuşan kar taneleri ev figürünün pencerelerine ve kapısına yağarak büyüleyici bir görsel şölen oluşturuyordu.

Oyuncağıyla avunan bir çocuğun saflığıyla istemsizce gülümsedim. Yıllardan beri ona sahip olsam da hiç sıkılmıyordum. İçinde olup bitenleri her seferinde ilk defaymış gibi heyecanla seyrediyordum.

Hava kararmak üzereydi. Yolculuğum gece olacaktı. Otobüs hareket halindeyken uyuyabileceğimi sanmıyordum. Üstelik içeride aydınlatma olması bunu imkânsız kılıyordu.

Otobüs kalkarken yanıma genç bir kadın oturdu. Yirmili yaşlarının sonlarında görünüyordu. En fazla otuz diyebilirdim. Çantasından İki Genç Kızın Romanı isimli bir kitap çıkardı. Perihan Mağden tarafından yazılmıştı. Kitabın yer yer rengi silinmiş kırışık kapağı ve sararmış sayfaları ne kadar eski olduğunu açıkça gösteriyordu.

"Ben de çok severim" dedim istemsizce. Bu cümleyi ben değil de, bir başkası benim ağzımla söylemiş gibi hissettim.

"Okumuş muydun sen bu kitabı?"

"Yok, kitap okumayı çok severim demek istemiştim. Elinizdekini daha önce hiç duymadım ama bir sürü güzel roman var bende."

Övgü duymak için marifetlerini anlatan çocuklar gibi zırvaladım. Çalıkuşu'ndan girip Kuyucaklı Yusuf'tan çıktım. Okuduğum tüm kitapları tek tek saydım.

"Türk klasiklerinin hepsini okumuşsun."

"Daha okumadıklarım da var. Ben biraz bulgarca kitap da okudum ama bizim edebiyatımız gibisi yok işte. Aralarından en sevdiklerimi valizime sığdırdım. Geri kalanı da evde bıraktım. Ama telefonuma kaydettim her birinin ismini. Türkiye'ye taşınınca yenilerini alırım."

"Aa, kalıcı mı gidiyorsun?"

"Evet, şey... Yani tam olarak belli değil. Babam beni oraya okumaya gönderdi aslında. 'Daha iyi bir eğitim alırsın' dedi. Sonrasına bakarız. Orada mı kalırım, yoksa birkaç yıl sonra buraya mı dönerim bilmiyorum."

Yalan söyledim. Niye bu yaşta tek başıma başka ülkeye taşındığımı merak edip soru sormasın diye bunları uyduruverdim. Bana hiçbir zararı dokunmayan bu kadını kandırdığım için kendimi suçlu hissetsem de başka çarem yoktu.

Aramızda kısa ama hoş bir sohbet oluştu. Genç kadın çok samimi biriydi. Onu sevdim. Normalde asla tanımadığım birine laf atacak kadar sosyal değildim, ancak konu kitap olunca birden çenem düştü. Laf söz tükenip ikimiz de uzun süre susunca kadın kitabına döndü. Sayfaların arasına daldı. Ben de bakışlarımı yine camdan yana çevirdim.

Az önce ne güzel kafam dağılmıştı. Kendimi iyi hissetmiştim. Unutmuştum her şeyi. Kar Küresi, yanımdaki kadın ve İki Genç Kızın Romanı beni avutmuştu. Şimdi üzüntü ve kaygı yine gelip çöreklendi içime.

"Keşke yine konuşsa kadın" dedim kendi kendime. Romanda bahsi geçen kızları konuşsak. Onların neler yaşadığını anlatsa bana veya kitabını okumama izin verse. İki genç kız beni ellerimden tutup çekip çıkarsa düşüncelerimden. Bunu düşündüm, bunu istedim.

Olmadı ama. Kadın bir daha sohbet başlatmadı. Kitabına iyice gömüldü. Ben de çaresizce karanlığa gömüldüm. Yapayalnız. Kendimle baş başa.

Bundan sonra başıma neler geleceğini bilmiyordum. Kaygılarım beynimi kurt gibi durmaksızın kemiriyordu. Türkiye'de hayatım değişecek miydi? Orada arkadaşlarım olur muydu, severler miydi beni? Ülkemden postalandığıma değecek miydi gidişim? Bunları soruyordum kendime ve sordukça daha çok kayboluyordum. Her şey gitgide bulanıklaşıyordu.

Halamlarla yaşayacaktım orada. Halam, eniştem ve iki kuzenim çok seviyordu beni, ben de onları. Onlar çok güzel bir aileydi. Birbirlerini sevip sayarlardı. Başkalarını da öyle. Artık onlardan biri olacaktım. Çok sevilecektim. Ben mutlu olacaktım.

Peki ya okul? Şehirliler beni aralarına alır mıydı ki? Onlar görgü ve prensip bilirler, ben ise yol iz bilmez bir köylüydüm. Taşradan gelmiş biri olarak yakışmayacaktım yanlarına. Bakışlarımdan bile anlayacaklardı nasıl biri olduğumu. Dışlayacaklardı.

Diyelim ki ben hayatımı iyi bir düzene sokmayı başardım, peki ya annem? O hiç günyüzü görmedi. Şimdi de hapiste geçirecekti yıllarını. Benim yüzümden. Benim uğursuzluğum yüzünden.

Ya o suçlu kadınlar bir şey yaparsa anneme? Eskiden dizilerde görüyordum böyle şeyler. Cezaevlerindeki azılı suçlular yeni gelenlere eziyet ediyor, istedikleri yapılmazsa da şişliyorlardı. Ya birisi annemi şişlerse?

Düşünmemeliydim böyle şeyler. Aklımdan dahi geçirmemeliydim. Yoksa gerçek olurdu. Şimdi tövbe etmeliydim.

Fısıldayarak dua ettim:

"Allah'ım ne olur anneme bir şey olmasın. Aklımdan geçirdiğim her kötü düşüncenin lanetinden sana sığınıyorum ve tövbe ediyorum. Bağışla beni düşündüklerim için. Ne olursun onu benim uğursuzluğumdan koru. Amin."

Yanımdaki kadın kendi kendime fısıldadığımı fark etti. Beni garip bulduğunu yüz ifadesinden anlayabiliyordum. Ne yapıyorsun der gibi baktı. Sonra yine kitabına döndü. Anlamayacaktı nasılsa. Cebrail'in benim için geldiğini, bana Allah tarafından haber getirdiğini söylesem inanmazdı ki. Deli der geçerdi. Bu yüzden saklamak en doğrusuydu.

Belki de kaderimi kabullenmeliydim. Üzerimde çok günah vardı. Çok kötülük yapmıştım. Başta ailem olmak üzere birçok kişiyi üzmüştüm. Bunların bedelini sevilmeyerek ödeyecektim. Benden cüzamlıymışım gibi kaçan insanlara maruz kalarak. Hayatımın sonuna kadar böyle olacaktı.



***


Kulaklıklarım takılı hâlde uyuyakalmışım. Biraz kafamı dağıtsın diye müzik açınca mayışmıştım. İçim geçmiş.

Gecenin bir yarısı yanımdaki kadın beni dürttüğünde uyandım. Otobüsteki herkes yere iniyordu. Kulaklarımda hâlâ yüksek sesle Dry Martini çalıyordu. Uyku sersemi de olduğumdan neler olduğunu kavrayamıyordum.

Kadın pasaport kontrolü için inmemiz gerektiğini söyledi. Biraz gerildim. Daha önce hiç başka ülkeye gitmemiştim ki. Bir sorun çıkmasaydı bari.

İndik hepimiz otobüsten. Kimliklerimizi ve pasaportlarımızı kontrolden geçirdiler. Bir tane kameranın önünden geçtik sırayla. Sanırım kimlik onayı içindi bu.

Bu işlemler tamamlanınca da en son bagajı kontrol ettiler. Bir sorun çıkmayınca otobüse binip yolculuğa devam ettik. Kitap okuyan kadın yine yanıma oturdu. Bu hoşuma gitti doğrusu. Çocukça bir düşünceydi, ama beni özel olarak seçtiğini hissettim. Muhtemelen yanılıyordum. İnsanların bu gibi sıradan davranışlarını bile bana ilgi duymalarına yoruyordum. Zamanla bunu fark ettim ve kendimi kandırmaktan vazgeçtim.

Bulgaristan'ı geride bıraktık. Artık ayyıldız ülkesindeydim. Türkiye'deydim. Ayyıldızlı kırmızı bayrak tüm ihtişamıyla dalgalanıyordu direkte. O kadar mükemmeldi ki, hiçbir ülkenin bayrağına benzemiyordu. Kalbim yerinden çıkacak gibi atmaya başladı. Türk bayrağı gerçekten söyledikleri kadar büyüleyiciymiş.

Atatürk büstünü de gördüm. "Ne mutlu türküm diyene" dedim altındaki yazıyı okuyarak. Çocukluğumdan beri merak ettiğim, kendisini araştırdıkça daha çok hayran kaldığım Atamızın ülkesindeydim.

Aşk dedikleri şey onun büstünü görünce hissettiğim, kalbimi küt küt attıran his miydi? Evet, buydu işte. Atatürk aşkı.

Bulgaristan'lı değilmişim işte. Orada hiçbir zaman böyle şeyler hissetmemiştim. Bedenim orada olsa da ruhum buraya aitmiş. Şimdi anlıyordum bunu. O kadar sevinçliydim ki, hayatımda ilk kez mutluluktan ağlamak üzereydim.

Eskiden beri Türkiye'yi çok merak ediyordum. Kendi anadilinin konuşulduğu ülkede yaşamanın nasıl bir his olduğunu hayal ediyordum. Muhtemelen bambaşka, hiç bilmediğim, alışık olmadığım bir şeydi bu. Kim derdi ki bir gün bu ülkeye kalıcı olarak taşınacağım.

Artık buradaydım işte. O çok merak ettiğim, tanımasam da, görmesem de büyük bir aşkla sevdiğim, diğer ülkelerden ayrı tuttuğum Türkiye'deydim.

Sınırdan geçince uzunca bir süre otobanda ilerledik. Tabelalarda bir takım viyadük isimleri yazıyordu. Viyadüğün ne demek olduğunu bilmiyordum. Türkçeyi bir İstanbul'lu gibi düzgün biliyor ve konuşabiliyordum ama böyle bir kelimeyle ilk defa karşılaşıyordum.

Buraya gelmek bana öyle iyi geldi ki. Üzüntümü ve korkumu sınırda bir elbise gibi üzerimden sıyırıp atmıştım sanki. Her şeyin iyi olacağına dair umutlanmaya başladım. Çok güzel bir yerdi burası.

Hava yavaş yavaş aydınlanıyordu. Yolculuğun otoban kısmı çok uzun sürmüştü. Sıkılmaya başlamıştım. Kulaklıklarımı takıp tekrar Dry Martini dinlemeye başladım. Binlerce, hatta belki de milyonlarca kez dinlemiş olsam da bıkmıyordum. Âşıktım bu şarkıya.



***


Sabahın erken saatinde Esenler Otogarı'na vardık. Otobüsten inip valizimi aldım. O an yolculuğun beni nasıl sarstığını fark ettim. Midem bulanmaya başladı. Biraz da açlıktandı muhtemelen. En son ne zaman yemek yediğimi hatırlamıyordum.

Etrafa göz gezdirdim. Halamların bu vakitte beni karşılamak için çoktan gelmiş olmaları gerekirdi, ancak yoklardı. Onları göremiyordum.

Tedirgin olmaya başladım. Kalabalığın ortasında öylece kalakaldım. Nerede kalmışlardı? Beni almazlarsa nereye gidecektim ki?

Neyse ki çok geçmeden uzaktan birinin bana el salladığını fark ettim. Halamdı bu. Kuzenlerim ve eniştem de yanındaydı. Valizimi sürükleyerek hızlı adımlarla yürümeye başladım, halam da yaşına göre olağanüstü bir coşkuyla bana doğru koşuyordu. Ortada buluşunca sımsıkı sarıldık. Nasıl da özlemiştim onu.

"Yiğit, kuzum ne çok özlemişim ben seni."

"Ben de halacım, ben de sizi çok özledim."

Burnumu boynuna gömüp kokusunu içime çektim. Anne gibi kokuyordu halam. Annem gibi.

Eniştem ve kuzenlerim de yanımıza geldi. Onlarla da sarıldıktan sonra arabaya binip yol aldık.

Kuzenlerim iki kız kardeşti. Çok iyi anlaşıyorlardı. Abimle ikimiz gibi değillerdi.

Büyük kuzenimin ismi Gülay, küçük olanın ise Zeynep'ti. Genelde Zeynep ablamla daha yakındık. Yalnızca üç yaş aramız olduğu için kafa yapımız birbirine uyuyordu. Gülay ablam ise benden çok daha büyük olduğu için düşünce şekli başkaydı. Ama ikisini de çok seviyordum.

Bulantım araba hareket halindeyken daha çok arttı. Her yerimin karıncalandığını hissettim. Kusmak üzereydim. Mecburen camı açtım.

"Kardeşim, iyi misin?" dedi halimi fark eden Gülay ablam.

"Biraz midem bulandı da..."

"Uygun bir yerde durayım istersen" dedi eniştem.

"Sağ ol enişte, gerek yok. Geçer şimdi. Eve gidince de yatar dinlenirim biraz."

Eve varana kadar bir şekilde idare ettim. İstanbul trafiğiyle ve fazlasıyla yoğun nüfusuyla meşhurdu. Doğruymuş. Yollar öyle tıklım tıklımdı ki, on dakikalık yolu yarım saatte gittiğimiz yetmiyormuş gibi bir de yirmi dakika park edecek yer aradık.

Sonunda apartmanın önündeydik. Halam anahtarıyla dış kapıyı açtı. Giriş katında oturuyorlarmış. Bundan sonra yaşayacağım evi merak ediyordum.

Düşündüğümden daha küçük bir daireyle karşılaştım girince. Büyükçe bir oturma odası ve üç yatak odası vardı. Bir tanesi benim için hazırlanmıştı. İlk kez kendime ait bir odam olacaktı. Kendimi bildim bileli babaannemle aynı odada kalıyordum. Hiç alışmamıştım tek başıma uyumaya, ama bu odanın yalnızca benim olması heyecan vericiydi.

Giriş katı olduğu için arkada ufak bir bahçeleri de varmış. Halam gösterince fark ettim. Küçük bahçede bir masa ve birkaç plastik iskemle vardı.

"Akşamları annemden kaçıp kaçıp gençler olarak toplanırız buraya. Çekirdek falan çitleriz" dedi Zeynep ablam her zamanki deli dolu hali ve muzip gülümsemeyle.

"Bak sen," diyerek omzuna şaka amaçlı bir yumruk attı halam. "Kabukları yine yere atarsan sana temizlettiririm."

"Aman, lafı mı olur anneciğim. Temizlerim tabii."

Sonra bana dönüp aç olup olmadığımı sordu. En son ne zaman bir şeyler yediğimi gerçek anlamda hatırlamıyordum. Başıma gelen felaketlerden sonra en son düşüneceğim şey buydu.

Halam alelacele bir şeyler hazırladı bana. Midem hâlâ bulandığı için yerken zorlanıyordum. Ufak ufak atıyordum ağzıma lokmaları.

Halamın birden tedirgin olduğunu fark ettim. Yüzü kireç gibi oldu. Yerinde nedensizce kıpırdanıyordu. Bana söylemek istediği kötü bir şey varmış da söyleyemiyormuş gibiydi. Muhtemelen Bulgaristan'da olanları soracaktı bana. Ama soramıyordu. Ben bu kadar darmadağınken beni daha çok parçaya ayırmaktan korkuyordu herhalde. Sormasındı zaten, bahsetmesindi o olaylardan. Konuşmak istemiyordum.

Açlığımı biraz giderecek kadar yiyebildim. Midemi iyice bozmuştum. Aç olsam da içim almıyordu. Masadan kalktım.

"Gelir gelmez ayıp oluyor ama odama çekilmem için müsaade eder misiniz? Bu yolculuk beni öyle sarstı ki."

"Ayıbı mı var kuzum, burası artık senin de evin. İstediğin zaman yat kalk. Kolay değil tabii, kim bilir kaç saattir yoldaydın. İyice dinlen, rahatına bak."

Yanıma gelip beni yanaklarımdan şapur şupur öptü. Halam her zaman böyle yapıyordu ama rahatsız olmuyordum. Normalde gülüyordum onun bu sulu öpücüklerine ama şimdi ağlayasım geliyordu. Onun şefkatine sığınıp saatlerce ağlayabilirdim.

Odama gittim. Kapıyı kapattıktan sonra içerideki havanın iyice ağırlaştığını hissettim. Pencereyi sonuna kadar açtım. Ayrıca bir oda arkadaşım olduğunu fark ettim. Sehpanın üzerinde yuvarlak bir akvaryum, içinde de kırmızı minik bir balık vardı. Sonradan adının Mukaddes olduğunu öğrenecektim. "Neden Mukaddes?" diye sorduğumda halam bir dizi karakterinin ismini koyduğunu söyleyecekti. Biraz demode olsa da güzeldi aslında. Mukaddes, kutsal demekti. Bu güzel balığa yakışıyordu.

Etraftaki eşyalara bakarak etrafımda tam bir tur döndüm. Burası benim odamdı demek. Yalnızca bana ait bir oda. İstediğim saatte yatıp kalkabilirdim. Pencereyi istediğim zaman açıp kapatabilirdim. Yatak, komodin, gece lambası, yerdeki halı, duvardaki priz, dolap, perdeler... Bunların hepsi benimdi. Yalnızca benim. Hepsine sahiptim ama annem yoktu.

Annemi hatırlayınca yine kendimi kötü hissettim. Sahip olduklarıma dahi doyasıya sevinemiyordum. O hapiste kim bilir nelerle boğuşurken burada sefa sürdüğüm için kendimi suçlu hissediyordum.

Kafamı dağıtmak için işe koyuldum. Valizimi açtım ve kıyafetlerimi alıp dolaba yerleştirdim. Kitaplarımı öylece bıraktım. Onların icabına daha sonra bakacaktım.

Yatağa uzandım. Gözlerimi kapatıp kıyafetlerimle öylece uyumaya çalıştım. Uyuyup bugünlük her şeyden uzaklaşmak istedim.