Bir adam vardı kara yağız.


Kaşları çatık, yüreği yufka…


Veresiyesi yoktu sözlerinin. Peşindi duyguları ve yansımaları.


“Sevemedim şu parayı, Hoş, o da beni sevmiyor ya!” derdi sık sık. Sevmezlerdi de birbirlerini, doğruydu. Eli açık, yüreği sımsıkı kapalıydı çoğu kez.


O kara yağız, kaşları çatık, yüreği yufka adam buralara sığamadı hiçbir zaman. Sebepliydi sebepsizdi, kırgınlıktı kızgınlıktı, topladı hepsini ve kaçışları seçti.

Kâh toprağa, sabahtan akşama kadar güneş altında kâh kadehindeki aslana, akşamdan sabaha içine yağan yağmurlar altında…


Yavanlığına ve yalnızlığına, kahpeliğine ve bütün çarpık yüzlerine vururdu hayatın kadeh kadeh…

Kahkahalarla gülerken karşısında gece ile gündüz, kırılan sadece kadehler miydi? Değildi elbet.

Kırıkları ciğerine saplanırdı, içinden ağlardı. Dünya, olduğu yere saplanırdı. Saplandığı görünürdü…


Derin derin iç çekişleri duyulurdu ta uzaklardan. Kime ve neye çektiği kimine göre meçhul, anlamsız... Oysaki adı vardı meçhulün. Ama san’ı çalınmıştı ve neş’esi.

Vakitsiz, kim bilir belki de boş bulunup düştüğü tuzaklardan…


Cesurdu, ataktı, bilgiliydi. Yardımsever ve konuşkandı da…

Ya duyguları? İşte, onlar “korkak, ürkek ve küs”tü.

Sesi ondan sertti, bağırır gibi konuşurdu ama bazıları anlamazdı, bağırdığını zannederdi.


Anlayansa bilirdi aslında sadece konuştuğunu; daha doğrusu anlatmaya çalıştığını, anlaşılmak için çabaladığını... O da anlayanın, anladığını anlardı…


Göz göze gelince anlayanlarla, biraz fırtınalar diner; azıcık kızgınlıklar yatışır, başını hafifçe eğip yana belli belirsiz gülümserdi. Göz göze gülümserlerdi birbirlerini anlayanlar…


Korkularını ise kendi bildi sadece. Hiç hissettirmedi.

Öyle anlarda kaşlarını daha çok çattı kuvvetle muhtemel…


O pazar… Pazartesiden önceki gün…

Onu “anlayan”, inanmadı duyduğunda.

O soğuk “Alo!”dan sonra gelen duygusuz, “pat” diye, “Koca Çınar”ın yıkıldığını duyuran yabancı ve hastane kokan ses sanrı olmalıydı ya da kâbus!..


Toroslar’ı aşarken (kaç kez birlikte aşmışlardı bu dağları aynı otobüste ya da trende) yürek ağızda, sorular yanıtsız, sorular soluksuz, sorular sırasını şaşırmış dönüp duruyordu; “Neden?”, “Nasıl?”, “Niçin?”.

Ve sonunda hep aynı yanıtla bitiyordu: “Yalan!”... ”Yalan olsun!”


"Tepetaklak olmanın" tam karşılığı buydu demek ki. Böylesi bir acının dibine ilk vuruş!


Dil, onun sevdiği şarkıları söylüyordu isyanlarla verilen aralarda;

“Kalbimin sahibi sensin…” başlıyor, ardından “Şarap mahzende yıllanır, aşkın kalbimde yıllanıyor…”la “İkisini birden içtim” der gibi başı dönüyordu.

… Her tarafta, içeride, dışarıda milyonlarca kadeh kırılıyordu…


İri kıyım, kara yağız adam; bembeyaz saçları, dimdik başı ve çatık kaşlarıyla mağrur ve yalnızdı yine…

Daha heybetli -sahi, bu denli boylu boslu muydu yoksa biz mi alışmıştık kalıbına?- ve daha yalnızdı küçük bir ilçe hastanesinin üç beş tabutluk morgunda.


O kara yağız, iri kıyım, “kaşları çatık yüreği yufka”yla; “sırdaş, dost, arkadaş”la zaman zaman kızgınlıkları olsa da birbirlerini iyi tanıyan ve anlayanların “o ses”ten, o sesteki “ton ve anlayış”tan mahrumiyet yılları başlıyordu…


Artık ne zaman duyulsa bu şarkı:

“…Ağlarım ağlarım geceler boyunca

Anılar dalga dalga

Sahilime vurunca

Bir selâm gelince

Bir selâ verilince

Ağlarım arkadaş şarkısını duyunca…”

nota nota, sözcük sözcük oyar durur içini başta, “o”nu anlayanın ve “onun gibi” olanları anlayanların…


Yüreğin “içi” yanıyordu!

O adama,

Kara yağız, kaşları çatık, yüreği yufkaya…